20 Aralık 2011 Salı

Barbaros İskelesi Civarlarında Bir Gezinti ve Çay Bahçesinde Mola

1970'lerde bazen gündüzleri Barbaros Parkı'na giderdik. Yani Beşiktaş'a ailecek "teferrüc"... Şimdi düşünülünce ne kadar da komik geliyor insana...

Barbaros Hayreddin Paşa vapur iskelesinin sağındaki alan, o yıllarda çay bahçesi idi. Adı da yanlış hatırlamıyorsam; "Barbaros Aile Çay Bahçesi" idi. Derme-çatma tahta iskemle ve masalardan müteşekkil, oldukça salaş bir yerdi. Her masanın üzerinde bir de "Fruko", "Tamek", "Ankara", "Olimpos", "Fay" yazılı, şemsiye şeklinde tenteleri vardı. İskemleleri rengârenk boyalıydı. Bahçenin üzeri de, çınar ağaçlarının yapraklarıyla yoğun bir şekilde örtülüydü.

Aileler için öndeki masalar boş tutulurdu. Tek gelen erkekler ya da bekâr gruplar zaten kendiliklerinden arkalardaki, cadde tarafındaki masaları seçerlerdi. Her zaman için denize yakın bir masa bulabilmeniz mümkündü. Yerlere çakıl taşı seriliydi. Muhtemelen denizden çekerek zemine yaymışlardı bahçenin sahipleri... Neredeyse çakıl taşlarının adedi kadar da gazoz kapağı mevcuttu yerlerde. Aileleriyle birlikte gelen bütün çocukların gözleri yerlerde olurdu ve bulabildikleri kadar çok gazoz kapağını kısa pantolonlarının ceplerine doldururlardı.

O yıllarda erkek çocuklarına yaz günleri kısa pantolon giydirirlerdi, ama bunlar, çoğunlukla evde dikilen ve aynı renkte kumaştan mamul bir çift askısı olan pantolonlardı. Tiril tiril... Genellikle karbeyaz renkte ve arka cepsiz olurlardı. Arka kesiminden çaprazlamasına gelen bu askılar, omuzların üstlerinden aşırtılarak, ön tarafta birbirlerine paralel olarak inerler, yeniden pantolonun belinde bir çift düğmeyle sonlanırlardı. Bu düğmeler sık sık kopar ya da kolaylıkla iliklerinden çıkarlardı. Koşuşturmakta olan çocukların arkalarında kuyruk gibi sallanırlardı. Birinin çıkması pek o kadar önemli değildi ama, ikisi birden çıktığı vakit, bilhassa zayıf çocukların pantolonlarının belinden aşağıya kayarak, aniden vücutlarını terketmelerine sebebiyet verirlerdi. Çocuk utana-sıkıla belini tutarak annesinin yanına koşar ve düğmesini iliklettirerek, yine oyununa kaldığı yerden devam ederdi.


"7" numarayla işaretlenen geniş alanda bulunan Barbaros çay bahçesi

Yerden gazoz kapak toplama seansı sona erip de yeni meşgaleler aranmaya başlandı mı, bu sefer de masalarda içilerek boşalan gazoz şişelerinde kalan kâğıt kamışlar (o senelerde pipet lâfı bilinmemekteydi) toplanarak düzleştirilir ve birbiri ardına eklenerek, minik bir rulo haline getirilirdi (artık ne işe yarayacaklarsa ). Bu girişimler, çok geçmeden ebeveynlerin müdahalesine sebep olur ve derhal o kamışların çöpe atılması yönünde baskılar başlardı. Bu baskı ve; "Kimbilir kimin ağzı değmiş bunlara, nezleli mi veremli mi?... Çöpçü müsün sen çocuk?" azarlamalarıyla desteklenen yıldırma politikası, çocukların bu kamışları, mecburen istemeye istemeye en yakın çöp tenekesine atmalarını sağlardı (Sanki, o yıllarda çöpçüler işlerini güçlerini bırakıp da, veremlilerin tükettikleri gazozlardan artakalan pipetleri toplamaktan sorumlularmış gibi bir hava eserdi kısa süreli).

"Gazoz içme kamışı biriktirme koleksiyonu" (!) girişimleri de başarısızlıkla sona erdikten sonra, iskeleye yanaşan vapurların seyrine koyulunurdu bir süre... Üsküdar ve Boğaziçi istikametinden gelip-giden türlü çeşit şehirhattı vapuru, yaz öğlenlerinin hafif esintisi eşliğinde burnunuza iyot ve yosun solutan o nefis atmosfere nazire yaparcasına fona girerek, gözlerinize bayram ettirirdi. O yılların vapurları uzun bacalı, eski Şirket-i Hayriye'den kalan vapurlar olduğu için, iskeleye yanaşma ve kalkışları da enteresan olurdu. Kömürlü vapurların istim atmasını müteakiben havayı yoğun kara bir duman kaplardı. Nazik hanımlar mendilleriyle burunlarını kapatırlardı hemen... Benimse çok hoşuma giderdi bacadan salınan bu kesif is kokusu... Hele ki genzinizi yakan o doyumsuz yosun kokusuyla karıştığında, farklı bir İstanbul’u soluduğunuzu anlardınız. Vapur, etrafa saldığı bu dumana karşı özür dilercesine keskin ve davûdî bir düdük öttürüp, burnunu açığa doğru çevirerek iskeleden ayrılırdı. Arkasında bol bol beyaz köpük bırakarak...

Validem bu beyaz köpüklerin, o sırada “çamaşır yıkayan balıklar”dan kaynaklandığını söylerdi hep. İnanırdım ben de... (Balıklarda çamaşır yıkama kültürünün olmadığını ise neden sonra öğrendim )
Kısa süre geçmeden yeni bir vapur iskeleye yanaşırdı. Kimi zaman biri ayrılmadan diğeri gelir, vakitten kazanmak için ilkinin üzerine yanaşarak bağlardı. Bu sayının nadiren üçe çıktığı da olurdu. Bu durumda, en dıştaki vapurun yolcuları, vapurlardan birbirlerine uzatılan tahta ve korkuluksuz eğreti iskelelerden atlaya atlaya çıkarlardı. Bu vapurlar, herhangi bir kazaya neden olmamak için halatla da birbirlerine bağlanırlardı.

İskeleden ara ara kampana sesleri gelir, yolcuların uğultusu bu telâşeli çan tıngırtılarına karışırdı. Kimi zaman da iskele görevlilerinin hergün bağırmaktan artık çatlamış sesleriyle; "Aktarmalar Yeniköy'deeen..." ya da "Üsküdar'a uğramaz. Direkt Kuzguncuk-Çengelköööy..." veyahut da "Vaniköy'de 10 dakika bekleeer..." şeklindeki nidâlarını işitirdiniz.

Çay bahçesinin önünde, şimdiki gibi beton rıhtım yoktu. Zemin yavaş yavaş aşağıya doğru meyleder ve kumsalla kavuşurdu. Buraya sıra sıra sandallar çekili olurdu. Kimi düz, kimi ise ters çevrilerek, üzerlerine yeşil ya da mavi bezden kalın brandalar gerilirdi. Bunların çekildikleri kumsalın üzerine tahtadan yağlı yataklar yapılmıştı. Kayıklar, bu tahtaların üzerlerinde yerden biraz yüksekte dururlardı. Bu sandalları sallayarak muvazenelerini bozmaya çalışırdık. Ama göründükleri gibi eften-püften olmadıkları için, yerlerinden milim bile kımıldamazlardı.

Sandalların arasından, yerden toplanan çakıl taşları denize fırlatılırdı. Denizi taşla doldurma girişimi çocukları giderek kesmez olur, oyun bir kademe ağırlaştırılır ve bu kez, herkesin kaldırabileceği kadar iri taş parçaları bulunup birbirleri peşisıra denize atılırdı. Bunlar suya; “Blobb... Blobb!...” sesleriyle gömülürlerdi. Kimi aileler, masalardan çocuklara sataşırlardı: “Yapmayın çocuklar.. Deniz taşacak az sonra...” Hakikaten de taşar mıydı acaba, çok miktarda taş atsaydık denize? Bu söz, çocukları daha da bir ateşlendirir ve bulabildikleri her türlü cismi denize doğru fırlatma çalışmaları başlardı (İtiraf edelim, boğazın çer-çöple dolarak kirlenmesinin ilk müsebbibleri bizim kuşaktır).

Akşama doğru, güneş batmaya yüz tuttuğu için tenteler garsonlar tarafından kapatılarak, alt kısımlarından bir ip marifetiyle çepeçevre sarılıp düğümlenirlerdi. Rüzgârda yeniden açılmasınlar diye herhalde... Hava kararınca, bahçenin üzerine çaprazlamasına gerili kablolara iliştirilmiş yeşil, mavi, kırmızı, sarı türlü renkte floresanlar yakılırdı. O yıllarda, şimdiki gibi gündüz-gece fiyat tarifesi farkı yoktu. Gündüz çayı-kahveyi-gazozu kaça içiyorsanız, akşam da dilediğinizi aynı fiyata içebilmekteydiniz. Çay bahçesinde denize karşı bol miktarda likit tüketildikten sonra, artık gitme vakti gelir, aileler yavaştan toparlanır ve geri dönüşe geçerlerdi. Biz de, bulvarın karşı tarafında, Sinanpaşa Camii’nin önündeki otobüs başduraklarına kadar yürür ve oradan “34” numaralı Edirnekapı troleybüsüne binerek Fatih’e doğru yola koyulurduk. Aklım, çay bahçesindeki renkli gazoz kapaklarında kalarak...

Beşiktaş İskele meydanı artık tarih oldu. Yerinde dolmuş ve otobüs durakları ile asfalt bir zemin var günümüzde... Sahil de kumsal değil artık. Betonlarla yükseltildi... Zaten havası da eskisi gibi iyot kokmuyor. Ya da bizim burnumuz o eski koku alma yetisini kaybetti... Kimbilir?!...  

İbrahim Akın KURTOĞLU

Ayakkabımın Tekine Malolan Bir “Hisar” Seyahati

Çocukluk yıllarımda Hisar’da rahmetli büyükteyzemler otururdu. Belirli aralıklarla onları ziyarete gitmek, aile efrâdımız tarafından adeta bir ritüel havasında gerçekleşirdi. Önceleri halk otobüsleriyle kan-ter içinde gerçekleşen oldukça meşakkatli ve bunaltıcı bir seyahatle Boğaz'a gitmenin zorluğundan sonra, bizimkilerin vapur yolunu keşfetmeleriyle birlikte Hisar’a tenezzühlerimiz sıklaşmıştı.

Vapurda tüketilmek üzere, evden çıkmadan evvel mutlaka küçük bir torba ölçeğinde nevale hazırlanırdı. Artık, Allah ne verdiyse... Ekmek, kaşarpeyniri, zeytin, domates, salatalık... Gerçi, bu azıklar karın doyuracak ölçüde değil de, daha çok açlık bastıracak miktarda hazırlanırdı. E, adı üstünde; Büyükteyzelere gidiliyor. Orada da izzet-ikram olacak. Hem de yamaçtaki evlerinin Boğaz’a nâzır geniş balkonunda kurulacak olan, halen gözümün önüne geliveren o ince uzun tahta sofrada... Mide kazınmasını önleyecek derecede hazırlanmaları yeterli...

Eğer vapurun hareketine yeterli miktarda zaman varsa, Fatih’ten geçen bir Beşiktaş troleybüsüne, yok eğer vakit daraldıysa, on dakika içinde sizi Zeyrek üzerinden Karaköy’e atıveren kenarı sarı-siyah damalı dolmuşlara binilir, nihayetinde bir şekilde 13:05 Kavak postasına yetişilirdi.


Öğlenleri Köprü’den hareket eden Boğaz azimet seferi, yaklaşık birbuçuk saatlik eğlenceli (bilhassa benim gözümde) bir yolculukla bize İstanbul’u denizden seyretmenin ayrıcalığını yaşatırdı. Daha evvel de bahsettiğim gibi, yolboyunca hemen hemen her iskeleye bağlandığında vapurun üst arka güvertesinden denize balıklama atlayan oralı gençlerin, kenarda oturanların üzerine külliyetli miktarda deniz suyunu sıçratarak millete periyodik ve mecburi deniz banyosu yaptırması salvoları, bu ani baskına daha evvelden hazırlıklı şekilde gardlarını alarak ustaca geriye çekilen bizimkilerin kanıksanmış manevraları sayesinde en az hasarla (!) atlatılırdı.



Yolboyunca vapurun içinde oradan oraya hiç durmadan gezinen, bembeyaz ceketli ve pantolonlu garsonun elindeki tepsisine tepeleme halde istiflenmiş sucuklu tostların en altta olanı özenle çekilerek (çünkü en altta bulunanın her dâim en sıcak halde beklediği ve tozdan-kirden en az etkilenmiş olduğu bizimkilerce kabul edilirdi) elime tutuşturulur, ben de buna mukabil tadına doyum olmayan ılık sandviçi kenarından gıdım gıdım ısırarak tamamlardım. Bu sayede neredeyse Ortaköy’den Kandilli’ye, Vâniköy’e kadar bu tadı damaklarımda hisseder, bundan da pek keyif alırdım. Tost ziyafeti, Hisar yolculuklarına mahsus bana tanınan bir ayrıcalık, yolda uslu oturmam mukabilinde ödül niyetine bana sunulan özel istihkakımdı.

Vapur iskeleye yanaşırken, kenarda boyluboyunca uzanan demirlere dayadığım ayaklarımı muhakkak geri çekmemi isterdi bizimkiler. Çekmemekte ısrar edersem, çocuğun birinin vakt-i zamânında ayaklarını korumadığı için, vapurla iskelenin kenarlarına raptedilmiş olan eski lâstikler arasına sıkışarak koptuğunu, benim de haylazlık yapmaya devam etmem durumunda, hayatımın geri kalan kısmını ayaksız ve pabuç özürlü bir çocuk olarak geçirebileceğim şeklindeki hafif yollu sert uyarılar ve göz korkutmalar neticesinde, mecbur kalarak istenileni yapmamla birlikte küçük çaplı bu kriz de böylece atlatılırdı. Halbuki yanıbaşımızda oturan büyükler ayaklarını çekmezlerdi ve hiçbirinin de ne ayağına ne de bacağına birşey olduğuna şahit olmadım. Ama, emir büyük yerden geliyor işte...

Vapur iskeleye yanaşma manevrası yaparken, çeşitli boy ve çaplardaki bu gariban eski araba lâstikleri şekilden şekle girer, eğrilir-büğrülürler, ilk hallerindeki hacim ve görüntülerini kaybederek hepsi birer tost misâli sıkışıp, iyiden iyiye deforme olurlardı. Vapur kalkarken de tam tersi yaşanır, halatlar çözüldükten sonra, geminin kenarının bunlara uyguladığı şiddetli baskı sona erer, herbiri “Plofff” sesleri eşliğinde elâstik ve artistik bir hareketle ilk hallerine geri dönerlerdi. Vâkıa, beş dakika öncesine göre şekilleri biraz daha eğrilmiş, yıpranmış ve muhtelif yerlerinden biraz daha yırtılmış bir halde...

Bu mânialar, artık hangi araçlardan ve ne şekilde temin edildilerse; küçük bir Skoda kamyonet tekerleğinden, devâsâ boyutlu bir traktör lâstiğine kadar çeşit çeşittiler. Herbir iskelenin ön cidârı, adeta Talimhane’deki bir oto yedek parça dükkânının vitrininde rastlanacak ölçüde çeşitli kauçuk emtiayla örülüydü... Sürtünme anlarında, traktörlerden sökülen türleri vapurun o külliyetli baskısıyla kalın, tok ve böğürtüyü andıran bir ses çıkarırlarken, küçük ve narin olanlarıysa; kuyruğunu araba çiğneyen bir kedinin canhıraş çığlıklarına benzer cayırtılar misâli, iç gıcıklayıcı bir tonda haykırırlardı.

Camları zangır zangır titreyerek bir sonraki iskeleye doğru rotasını çeviren vapurumuzun düdüğü de kendine has olurdu. Yolda ara ara tiz bir sesle istim salan kaptanın, içimden sık sık düdük öttürmesini ister, önümüze aniden bir mavna ya da bir kayık çıkmasını umutla beklerdim (Çocuk aklı ve hainliği işte... Sırf düdük sesi duyma uğruna, küçük çaplı bir kaza yaşanmasının dahi umursamazca istenebileceği dönemler).

Sahilin ilerisinde, pembeyle karışık masmavi erguvanların arasından Rumelihisarı’nın heybetli burçları görünmeye başlayınca bizimkiler hafif yollu toparlanmaya başlar, milletten izin isteye isteye sürme iskelenin verileceği çıkış yerine doğru hareketlenirdik. Hisar’ın ahşap ve hafiften deforme olmuş iskelesine ustaca bağlamasıyla birlikte de, biran evvel vapuru terketmek için acele bir koşuşturma içine girerdik. Çünkü maazallah bir şekilde inemez isek, bir sonraki uğrak genellikle Boğaz’ın karşı sahilindeki Anadoluhisarı (Güzelhisar) olur ve buradan tekrardan başka bir vapura binerek karşıya geçmemiz icabederdi.



Yine böyle bir hengâmede aceleyle iskeleye çıkmaya çabalarken, yolcu kalabalığının hareketliliğinden ve bizimkilerin gereksiz telâşesinden, kayışı gevşeyen sandaletlerimden birini, sürme iskelenin üzerinden koşturmaya çabalarken kazayla suya düşürmüş ve validemin korkusundan denize düşen ayakkabımı, ancak iskele binasının yolcu çıkış kapısında söylemek durumunda kalmıştım. Sonuç: sinirli sinirli söylenerek Hisar’ın mozaik parke döşeli daracık yokuşlarından en dik olanını çıkmakta olan ebeveynler ve ayağında kalan tek ayakkabısıyla topallayarak bayırı tırmanmaya çalışan 6-7 yaşlarında ağlamaklı bir çocuk (Ben yani)...

Şimdi bile, ne vakit “Hisar” iskelesinin adı zikredilse, otuzbeş küsur sene evvel orada denize düşürdüğüm ayakkabımın teki aklıma gelir hep... Gerçi, artık çocukluğumuzun o emsalsiz İstanbul’u hayal olmuş, kaybolmuş gitmiş, vakt-i zamânında Hisar’ın hareketli sularında otuziki numara küçük bir çocuk ayakkabısı zâyi olmuş, ne yazar...

İbrahim Akın KURTOĞLU

Kartuş Teyp ve Kasetçalarla Taçlanan Günler...

Dünyanın heryerinde olduğu gibi memleketimize de “ses kaydetme kültürü”, ilk defa gramofonlarla girdi. 20. yüzyılın hârikası olarak lanse edilen ve taş plak yuvasıyla, oldukça iri bir şemsiyeyi andıran hoparlör görevi gören aparatıyla, zengin evlerinin salonlarının baş köşelerini süsleyen gramofonlar 1950’lere kadar bu kıymetlerini kaptırmadı, ancak bu tarihlerden itibaren gramofonun yavrusu olarak tâbir edilebilecek olan pikapların üretilmesiyle son derece hızlı bir şekilde gözden düşerek antikacılardaki yerini aldı.

Pikaplar da gramofonlar gibi müzik dinlettiren ev aletleri olma özelliklerini, 1960’larda ortaya çıkan makaralı teyplerle birlikte bir süre boyunca ortak götürdükten sonra, kalıp sabun büyüklüğündeki ve ebadındaki asıl kasetlerin ağababası diyebileceğimiz ilk nesil kasetler piyasaya sürüldü. Bu hantal kasetlerin bir diğer özellikleri mobil olarak da kullanılabilmeleriydi. Eski Plymouth, Dodge, Desoto, Chrysler... taksi ve dolmuşlarla, minibüslerin torpido gözlerinin hemen yanına monte edilen hantal teyplerde, dönemin revaçta olan parçaları eşliğinde İstanbullular kentiçinde seyahat etmenin ayrıcalığını yaşamaya başladılar.

Evlerde ise halen pikap ve teyplerden müzik dinleme geleneği devam etmekteydi. 1970 senesinde bizimkiler de bu rüzgârdan etkilenerek evimize “Siera” marka makaralı bir teyp almaya karar verdiler. Ailecek toplanıp çıkılarak Fatih Fevzipaşa Caddesi'ndeki mağazadan hep birlikte gidilip satın alınan "Siera", hepi-topu birbuçuk kilometrelik yoldan dönüleceği vakit, sarsılmasın diye taksi tutularak binbir ihtimamla sağsalim halde eve getirildi. Rahmetli anneannem şoförün yanına kurularak, bagaja konulmasına kesinlikle ve de şiddetle karşı çıktığı teyp kutusunu bir evlât özeniyle kucağına oturttu, bizleri de arka koltuğa (O günkü halimizi görenler, herhalde karton kutunun içinde 250'şer gramlık külçe altın kalıpları falan taşıdığımızı zannetmiş olmalılar). Şoför, yolda hızlı gitmemesi konusunda uyarıldı, ses kayıt cihazımıza mazallah yolda bir halel gelmesin diye...

Eve girilince vitrinin üzerindeki tahta kasalı emektar radyomuz biraz ileriye itildi ve boşalan yerine Siera teyp konuldu ihtimamla. Daha Peder beyin akşama eve gelmesi bile beklenmeden... Belki de O’na sürpriz olarak mı alınmıştı, hatırlayamıyorum... Teknoloji harikası (!) bu alet, aslında sadece ileri, geri, çal, pause ve kaydet isimlerindeki 5 tuştan ibaretti. Üzerinde yatay konumda yaklaşık 10-12 santim çapında iki plastik makara vardı. Simetrik olarak yerleştirilmiş olan makara yuvalarına bunlar takıldıktan sonra, içindeki kahverengi bantın ucu teybin tam ortasında bulunan ses kristalinden geçirilerek boş makaraya tutturuluyor, sonra da “çal” düğmesine basılınca makarada kayıtlı olan müzik, kristale temas ettikçe ses vermeye, çalmaya başlıyordu.

Dolu makaradaki bant yavaş yavaş boş makaraya aktarılıyor ve sonu gelip bittiğinde de tersyüz edilerek, bu sefer öbür cihetine kaydedilen kısım devreye giriyordu. Ama kartuşları son derece özenle tersyüz etmek gerekliydi. Aksi taktirde bant kopabilirdi. Bu yüzden validem bir makarayı, teyzemse diğer bir makarayı tutarak aynı anda senkron bir ekip çalışması göstererek bu değişimi gerçekleştirmekteydiler.

Ancak o senelerde makaralara kayıtlı hazır müzikler yaygın değildi. Belki de vardı ama çok pahalıydı ve bizimkiler sadece Ajda Pekkan’ın şarkılarının olduğu biri dolu, üçü de boş makara satın almışlardı teyple birlikte... O senelerde Telif Yasası felân yok tabi, elektronik eşya satıcısı da, Ajda Pekkan’ın parçalarından derlediği seçmeleri muhtemelen bir pikaptan kaydetmişti.

Teybe 30 santimden fazla yaklaşmam kesinlikle yasaklanmıştı. Çalarken de, çalmazken kapalı halde dururken de... Aldığımız gün öğlenden akşama kadar Ajda Pekkan’ın 20’şer dakikadan toplam 40 dakikalık ses kayıtları üçer defa dinlendikten sonra bıkıldı. Validem mutfağa bulaşık yıkamaya, anneannemse arka odaya akşam nemâzını edâ etmeye gitti ("Nemâz" derdi rahmetli, onun yaşındaki eski İstanbullu hanımlar hep böyle zikrederlerdi nedense namaz kelimesini).

Cihazın yanındaki teyzem, elinde evirip-çevirip durduğu tek yapraktan ibaret kullanma kılavuzunu okurken aniden birşey keşfettiğini farkederek içeriye seslenip annemi çağırdı. Teybin üzerinde birşeylere bastılar, bir kablonun ucunu teybe, diğer ucunu ise cigara paketi büyüklüğünde ama ondan daha kalın, adeta kabaca bir küp görüntüsündeki plastik bir kutuya taktılar. Ardından da beni bu kutuya doğru konuşturdular. 3-4 yaşında olmamın verdiği saflık ve de salaklıkla aklıma gelenleri birbiri ardına yumurtladıkça da birbirlerine bakıp güldüler.

Sonra yeniden bir düğmeye bastılar ki, teypten; ince sesli, abuk-sabuk bir Türkçe ile konuşmaya çalışan ve arada bir de hançeresinin acemiliğine ve müzik kulağının henüz gelişmemişliğine bakmaksızın, kendini, dönemin meşhur parçası olan “Samanyolu”nu söylemeye zorlayan küçük bir erkek çocuğunun sesi yükseliverdi... Aman Yarabbi!... Yahu bu ses benim sesim...

Meğerse bizimkiler doğal olması için bana haber vermeden sesimi kaydetmişler. Öyle bir planlı programlı kayıt yapmışlar ki, en başta kulağıma bizimkilerin fısıldadığı ve benim yüksek sesle tekrar ettiğim “Bugün 9 Ağustos 1970... Ben bilmemkim... 3 yaşındayım...Eeeüüüeeeee!...” ibaresi (Cümlenin en sonunda sarfedilen hafiften şımarıkça kelimemsi eklenti, 3 yaşındaki bir velet için son derece normal bir cümle bitiriliş şeklidir. O yaştaki bir çocuktan TRT spikeri ciddiyeti bekleyemezsiniz haliyle), hayatımda bir teyp bandına sabitlenen ilk ses kaydımdır. Halen durur, aradan geçen senelere rağmen ısrarla bozulmadı...

Takibeden günlerde, yanıbaşındaki emektar radyomuzda çalan her ama her parçanın bir kopyası da teybimizle beraber gelen 3 boş makarayı doldurdu. Sonra bu makaralara birkaç tanesi daha eklendi. Ardından iş tavsadı, teybin ilk günkü özeninden bir miktar ödünler verildi ve benim de teybe dokunabilmem izni çıktı. Elbette ki, bu özgürlüğümü son raddesine kadar kullanmakta gecikmedim ve neredeyse sabahın sekizinden gecenin onuna kadar teypte kayıtlı parçaları dinlemeye ve dinletmeye başladım...

3-4 yaşındaki bir çocuk için oldukça kolay olan kullanımı yalnızca “çal” ve “dur” düğmelerinden ibaret olduğu için, müzik dinleme ve dinletme konusundaki bu hevesim, bizimkilerin “Yeter artık çocuk, illâllah!...”, “Bak, andolsun ki teybi artık camdan aşağıya fırlatacağım!...” serzenişleriyle kimi zaman kısa süreli kesintilere uğrasa da, yine de fırsatını bulduğum ilk vakitte teybin başında bitmeme engel olamadı.

En çok sevdiğim şey de; dönmekte olan dolu makaranın üzerine parmakla hafifçe bastırılınca, makaraların turlarının yavaşlayarak, o anda çıkarttığı müzik sesini kalınlaştırmasıydı. Bir keresinde parmağım tam makaranın üzerinde olduğu halde valideme suçüstü yakalanmam ve buna mukabil vakit kaybetmeden güzelce dövülmem sonrasında, bu "iş yavaşlatma" eylemine mecburen artık son vermek zorunda kalmıştım... Teybin "on" düğmesine basılınca hemen açılmazdı. Takriben 1 dakika kadar ısınması beklenirdi.

Düğmelerin üzerinde bulunan küçük bir camlı dikdörtgen göstergenin içi önce beyazlaşır, ardından yeşerir ve bu yeşil rengin üzerinde parlak kırmızı incecik bir çizgi, soldan sağa ve de sağdan sola hareket ettikten sonra, tam ortasına gelip dururdu. İşte o vakit teyp çalmaya hazır hale gelmiş demekti.

Bir de bu teybin ahşap-plastik karışımı kasası mükemmel kokardı. Evet... Deli miyimdir neyimdir ama, burnumu teybe dayayıp bu portakallı sakız benzeri güzel kokuyu koklamadan edemezdim ilk açılırken... Aradan neredeyse 40 sene geçti ama, bizim eski teybin üzerine sinmiş olan o nefis koku halen kaybolmadı... Açtıkça koklarım...

Benden fırsat kaldıkça bizimkilerin radyodan çektikleri ses kayıtlarında; Zeki Müren’den, Emel Sayın’a, Erol Deran’dan, Muazzez Abacı’ya, Ajda Pekkan’dan Berkant’a, Yıldırım Gürses’ten Beyaz Kelebekler’e, Barış Manço’dan Mediha Şen’e, Ömür Göksel'den Tanju Okan'a, Hümeyra'dan Cem Karaca'ya kadar türlü çeşit sanatçının aranjman, şarkı ve türküleri ile birlikte, Orhan Boran’ın o meşhur “Yuki”si, hatta ve hatta bazen teybin kayıt düğmesinin durdurulması unutularak farkında olmadan kaydedilen cumartesi öğleden sonra reklâm kuşağının bir kısmı, ondokuz haber ajansının giriş müziği, “Burası 875 nokta dokuz kilohertz... bilmemkaç amperden yayın yapan İstanbul Radyosu, şimdi saz eserlerini dinleyeceksiniz...” benzeri anonslar ve altı kısa bir uzun sinyalden ibaret saatbaşı uyarı anonsu dahi mevcut... Neredeyse 40 sene evvelinin radyo yayınları, teybin manyetik bantları üzerinde vakt-i zamânında yerini almış ve günümüze kadar da bir şekilde gelebilmiş. Artık hafif cızırtılı da olsa...


Teybimiz halen duruyor arka odada. Eskilerin içinde üstüste istiflendiği koca bir kutunun en dibinde... İçinde benim çocukluk seslerimin de bulunduğu geçmişimden, hâtıralarımdan anlık sesleri, rahmetli anneannem ve babamın da dahil olduğu yakınlarımın maalesef artık hayal olan seslerini eski bir ajanda naifliğiyle taşıyarak...

Siz siz olun, evlâtlarınızın seslerini ve fotoğraflarını ve de hareketli görüntülerini kaydedin, üşenmeyin... Günler bir daha geri gelmiyor, giden yıllar gittiğiyle kalıyor. Artık devir teknoloji devri... Şimdinin çocukları, 15 dakikalık bir ses kaydı ve 25-30 tane siyah-beyaz fotoğrafa konu teşkil olunan sınırlı teknolojik dönemlere göre çok daha şanslılar... Yoksa, büyüdükleri vakit sonra hesabını sorarlar sizden, demedi demeyin...

İbrahim Akın KURTOĞLU

10 Kasım 2011 Perşembe

FATİH'TE YAZLIK BİR SİNEMA: "MADALYON"

Uzun yıllar evvel, Fatih'te (Yavuzselim-Malta arasında) "Madalyon" sineması vardı. Bu, açık (yazlık) bir sinemaydı. Bir tarafı Fevzipaşa Caddesi'ne, diğer tarafı da Malta Çarşısı'na sırt verirdi. Yazları Mayıs ayında sezonu açılır, sonbaharda okulların açılmasıyla kapanırdı. Yıl içinde ortalama dört-beş ay kadar hizmet verirdi. Kışın da açık otopark olarak kullanılırdı.

Genellikle aileler tarafından çok revaçta olup, bilhassa 21:00'deki gösterim hıncahınç dolardı. Hakikaten de şimdilerde, o yıllardaki bu uygulamaları göremeyen jenerasyona yazılı basında sürekli olarak anlatıldığı üzre, tahtadan eğri-büğrü iskemleleri mevcuttu ve bu iskemleler aynı hizada olmaları için, arka ayaklarından uzun ve ince kalaslarla birbirlerine raptedilmişlerdi. Sıranın sol başında ayağını iskemlesine çarpan bir seyircinin bu titreşimi, sıranın diğer ucuna kadar sirayet ederdi. Bu sandalyeler renk renktiler (Tıpkı o yıllarda İstanbul'un muhtelif semtlerinde sıklıkla rastlanan, salaş ama bir o kadar da kafa dinlendiren naif çay bahçelerinde olduğu gibi: Cihangir, Hisar, Salacak, Sarayburnu, Şişhane, Bomonti, Yenikapı, Emirgân, Beşiktaş Barbaros, Göksu...). Kırmızı, mavi, sarı, beyaz, turuncu, yeşil renklerde karışık olarak bahçede sıralanmıştı sandalyeler...

Akşamları evde yemek alelacele yenildikten sonra çabucak yola koyulunur ve 10 dakika mesafedeki sinemaya giden yokuş tırmanılırdı. Sinemada çekirdek fiyatı biraz pahalı olduğundan, yol üzerindeki kuruyemişçiden kabak çekirdeği ve ayçiçeği birbirine karıştırılarak 250 gram kadar alınırdı. Valide hanım sakız leblebisini sevdiği için, rahmetli bebâm ondan da 100 gram kadar alırdı. Giriş kapısı yan sokak tarafındaydı. Burada beton-ahşap karışımı eğreti ve ayaküstü bir gişeden biletler tedarik edilerek, filmin oynatılacağı bahçe tarafına geçilirdi. Oldukça büyük bir duvar bembeyaz badana ile boyanmıştı. Etrafına, çepeçevre renkli ampuller ve floresanlar monte edilmişti. Duvarın altında da uzunlamasına "Dyo", "Güney Sanayi", "Ak-Fil", "Olimpos Gazozu içiniz", "Eti Bisküvileri", "Anadol" gibi rengârenk reklâm panoları asılıydı.

Herkes yerine geçer, sabırsızca badanalı duvara bakarak bir an evvel vaktin gelmesini beklerdi. Bir süre sonra bütün renkli floresanlar söndürülür ve duvara filmin jeneriği aksederdi. Saat akşamın dokuzu olduğu için, filmin ilk on-onbeş dakikası alacakaranlıkta dönerdi. Görüntüler hafif flu olurdu. Saat dokuzbuçuğa yaklaşınca, etrafa gecenin karanlığı artık tamamen çöker, film rengârenk ve net bir şekilde akar olur, seyir güzelleşirdi.

Gösterdikleri filmler de, yerli-yabancı karışık olurdu. Valide hanım yerli filmleri görmek isterken, rahmetli bebâm yabancı filmlere ilgi duyardı. Benim içinse hiç farketmezdi. Yerli-yabancı... Önemli olan film seyredebilmek... Haftasonları ise Cuma ve Cumartesi geceleri iki film ardarda verilir, buna paralel olarak bilet fiyatları da biraz daha artar, gece bitiş saati de yarıma sarkardı.

Antrakt olduğu zaman derinlerden bir gong sesi duyulurdu. Işıklar yeniden yakılırdı. Hemen herkes Malta tarafındaki tuvaletlere koşuştururdu. 10 dakika içinde ifrazat meseleleri halledilir, yeniden salona (daha doğrusu avluya) dönülürdü. O yılların gözde sinema yiyeceği; "Alaska" ve "Frigo" adlı parlak metalik ambalâj kâğıtlarına sarılı tatlılardı. Muhakkak birer tane aldırtırdım. Valide hanım bunlardan almamızı her ne kadar istemese de, yine de allem edip kallem edip bunlardan aldırmanın yolunu bulmak hiç de zor değildi: Kısa süreli bir surat asma ve ağlama triplerine girme... Beşinci dakikanın sonunda elimde Alaska ve Frigo'lardan birer numuneyi tutar halde keyifle sağıma soluma bakınmaya devam ederdim.

Film sırasında çekirdek yemek yasaktı ama, yine de akış esnasındaki kısa süreli sessizlik anlarında, yoğun bir çıtırtı sesi hissedilirdi. Ayrıca film sırasında cıgara içmek de serbesttiDudak üstü çizgi şeklindeki ince bıyıklarıyla aile reislerinin ellerinde tütünleri, onlar da kendilerine göre ânın keyfini çıkartırlardı.

Her filmde muhakkak en az bir-iki defa film kopardı. Daha doğrusu ruloların akışında bir düzensizlik olur ve şeritler boşa sarmaya başlardı. Badanalı sahne duvarına akseden görüntüde önce sesler gider, ardından görüntü kayar, şekiller yan taraftaki apartmanın duvarına doğru meyleder, sonra da film tamamen dururdu. Derhal floresanlar yakılırdı. Film göstericisi, bahçenin en arkasındaki yüksekçe ve briketle çevrili kulübesinde saran ya da kopan filmi telâşla tamir etmeye uğraşır, ama bu gecikme uzadıkça seyirciler (adeta, içten gelen haince bir zevkle ); "Makiniiiisttt!... Seeessss... Uyumaaa!..."nidalarıyla etrafı velveleye verirler, bu seslere sürekli ve yoğun ıslıklamalar karışır, garibim makinistin eli ayağına daha bir dolanırdı. Neden sonra film kaldığı yerden devam etmeye başlar, sesler kesilir, bu durumu seyircilerin bir kısmı alkışla taltif ederlerdi.

Ailelerde yeni serpilen genç kızlar varsa, bunlar genellikle anne-babalarının tam arasına oturtulur, yanlarına yabancı birilerinin oturmasına böylelikle set çekilirdi. Yine de o yılların yırtık delikanlıları ne yapar ederler, bu kızlardan gözlerine kestirdiklerini kaş-göz işaretleriyle antraktta büfenin olduğu tarafa gelmeleri konusunda iknaya çalışırlardı.
Vukubulan bu gizli kapaklı ve üstü örtülü haberleşmeler, göz kırpmalar, ailenin babası tarafından farkedildiğinde ise (-ki, çoğunlukla farkedilirdi) ortam biraz gerilir, kız hafif yollu azarlanır, heyecanlı delikanlıya ise ters bakışlar fırlatılırdı... Ama o yılların gençleri şimdilerde kimi zaman rastladığımız o meşhur arsız-yüzsüz, sonradan kente gelen densiz, terbiyesiz ve cühelâ takımından olmadıkları için mesele uzatılmaz, konu çabucak kapanırdı.

İkinci kısımda hava biraz serinler, yaz günü geceleri olmasına rağmen (o yıllarda İstanbul'da yaz akşamları da nisbeten serin olurdu, şimdiki gibi fırın kapağı açılmış gibi bunaltıcı bir hava hissedilmezdi), kadın ve çocuklar hırkalarını giyerlerdi. Çocukların yarısından fazlası zaten ebeveynlerinin kucakları dibinde ilk uykularına dalarlar, ilk saatteki o yoğun çocuk uğultusu nisbeten hafiflerdi. Ebeveynler daha bir rahat şekilde filmin sonunu takip edebilme şansına sahip olurlardı.

Avluya bakan kısımda; bahçe tarafları, dolayısıyla balkonları dönük olan evlerde de ışıklar söndürülmüş olur ve o konutlarda ikamet edenlerin ailecek balkonlara iskemlelerini atarak, filmi takip ettikleri görülürdü. Her gece her gece aynı filmi seyretmek sıkmıyordu demek ki onları. Öyle ya, televizyon mu var sanki evlerde?... Boş boş oturacaklarına kimbilir kaçıncı kez aynı sahneleri seyrediyor olurlardı. Belki de evlerine gece gelen misafirlerine bu şekilde bir ikram için, aynı filme tekrardan katlanıyorlardı kimi zamanlar...

Film gece 11 civarı sona erip de dışarı çıkılırken, bir sonraki filmin afişlerine kısaca göz atılır ve gidilip gidilmeyeceği konusunda ayaküstü karar alınır, gün belirlenirdi.
1970'lerin İstanbul'unda film seyretmek bile, paralı ve biraz uğraşılarak ulaşılabilinen bir zevkti. Şimdiki jenerasyon, zahmet çekmeden onlarca filmi kumanda düğmesinin marifetiyle odalarının başköşelerine getiriyorlar. Bundan ötürü daha mı şanslılar acaba, yoksa o yıllarda haftada bir-iki defa yaşanılan ve ailecek gerçekleştirilen bu törensel zevkten mahrum kaldıkları için bizlere göre daha mı şanssız sayılırlar? Bilinmez... Şahsen, kendi adıma düşündüğümde ben çok memnunum o günlerde yaz geceleri hep birlikte film seyrettiğimiz için... İyi ki de vakt-i zamanında ailecek bu tarz basit etkinliklerin kenarından-köşesinden faidelenmişiz. Şimdi geriye dönüp de baktığımızda, gönlümüzü titreten güzel anıların oluşmasına vesile olmuşlar...

İbrahim Akın KURTOĞLU

9 Kasım 2011 Çarşamba

SOBALARIN BİTMEK TÜKENMEYEN FAYDALARI VE KIŞ GECELERİNİN VAZGEÇİLMEZİ: “TUĞLALAR”

Sobayla ısındığımız senelerde, üzerinde ısıtılan ya da kavrulan bazı yiyecek ve içecek maddeleri şöyle idi: Demlikle çay, kestane ve leblebi, bayat ekmek dilimleri, kahve çekirdeği, sahanda çorba ve birbirleriyle alâkasız muhtelif gıdalar...

Hatta bazen buzdolabının buzluğunda iyice katılaşan kıyma gibi yiyecekler, naylon torbaya konulduktan sonra, kısa bir süre durmak kaydıyla, o sırada sobanın üzerinde bulunan tencere benzeri bir mutfak eşyasının üzerine konulur, o ısıyı alması sağlanır ve geri çekilirdi. Fazla durursa etin menşeinin bozulması riski olduğundan, sadece buzlarının yokolması sağlanırdı. Kavurma işleminin geri kalan kısmı, mutfakta, aygazın üzerinde devam ederdi.


Ama içlerinde en zevklilerinden birisi; leblebi kavurmaktı. Kuruyemişçiden alınan leblebi, sobanın üzerine bir küme oluşturacak şekilde yayılır, sonra da bir tatlı kaşığı yardımıyla yavaş yavaş hareket ettirilerek, sürekli farklı yüzlerinin zemine temas etmesi sağlanırdı. Soba harlıysa, kısa sürede leblebiler çıtır çıtır olurlar, daha fazla dururlarsa kararmaya başlarlardı. Kıvama geldiğine kanaat edilenleri bu tatlı kaşığı yardımıyla alınarak bir kâseye boşaltılır, boşalan yerine yenileri yayılırdı. Hele yanında bir de Vefa Bozası olursa, o leblebinin tadına doyum olmazdı...

Bilhassa sabahları ise, akşamdan kalan bayat ekmekler dizilir, beş dakika içinde hepsi de tereyağını eriterek hazmedecek sıcaklığa ulaşırlardı. Yeme de yanında yat...

Sobanın üzerindeki çaydanlık fazla ısındı mı fokurdamaya başlar, burnundan su damlaları çıkartırdı. Bu damlalar yüzeye düşmesiyle birlikte “cosssss...” sesiyle birlikte buhar olup uçarlardı. Bu durumda, ya çaydanlığın kapağı eğilerek kaynamanın yavaşlaması sağlanır, ya da tamamıyla sobadan kaldırılırdı.

Bizimkiler odada olmadıkları zaman, sobanın üzerine su damlatırdım ve suyun saniyeler içinde buhar olmasını takibederdim. Bu deney giderek hacmini artırır, döktüğüm su miktarı çoğalırdı. Hacimle doğru orantılı olarak, husule gelen “cosss” sesi de artar, uzaktan bile duyulur hale gelir, içerden bizimkilerden birinin yetişerek elimden su bardağını almalarıyla son bulurdu. Şayet çok su dökersem sobanın patlayacağı tekrarlanırdı (O yıllarda da çocukları korkutmanın en kestirme yolu “patlama riski”ni öne sürmekmiş anlaşılan. Her yanlış harekette; ya soba, ya televizyon, ya radyo, ya çamaşır makinası, mutlaka patlama sınırlarında dolaşan, aşırı tehlikeli ev eşyalarıymışçasına korkutulurduk).

Sobanın en sevmediğim tarafı, uzuv yakma özelliğini taşımasıydı. Yanlışlıkla dokunuldu mu kesinlikle affetmezdi. Parmak saniyeler içinde su toplar, cayır cayır yanardı. İlâcı da dişmacunuydu. Sobanın ısısını ölçmek için, önce işaret parmağına hafifçe tükürülür, ardından parmak sobanın yan cephesine kısa süre dokundurulup hemmmen geri çekilirdi. Bu sayede gerçek ısının sağlıklı bir şekilde kontrol edilmesi mümkündü.

Dışarıdan gelindiğinde, bilhassa hava yağmurlu ya da karlı ise, derhal palto ve parkalar, bir iskemle, sırtı sobaya bakar şekilde ters çevrilip üzerine asılırdı. Ne kadar ıslak olursa olsun, bu giyim eşyaları bir süre sonra kupkuru olurlardı. Aynı şekilde sabah dışarıya (işe, okula, alışverişe) çıkmadan evvel de, bir süreliğine aynı yöntem uygulanır, soba başında ısıtılan palto giyilerek dışarıya çıkılırdı. Bu sayede hazırlanan doğal kaloriferiniz, size okula ya da işinize kadar sıcak sıcak eşlik ederdi. Ne yağmur, ne de kar soğuğu etkilemezdi uzun müddet...

Birçok evde soba boruları, hemen baca deliğine ulaşmaz, mümkün mertebe evin içinde dolaştırıldıktan sonra odayı terkederdi. Odanın içinde enteresan bir görüntü oluşurdu ama, fiziksel olarak çok büyük bir faydası vardı. Borular ne kadar çok uzun olursa, o derece fazla ısı yayarlardı. Bu da daha az kömürle daha çok ısı demekti. Bizim evdeki borular ise, odanın ebadının makul boyutlarda olmasından ve de belki de bizimkilerin biraz estetik kaygısından olsa gerek, sobadan çıkmasıyla birlikte yükselir ve kestirmeden bacaya bağlanırdı.

Bacaların birbirlerine eklemlendiği kısımlarının sık sık birbirinden ayrılması riskine karşı bizimkilerin ve yakın çevremizin kullandığı bir çözüm vardı: Bu eklem yerlerine, çikolata veya sigaralardan çıkan barak kâğıtları (parlak metalik kâğıtlar), arkalarındaki normal kâğıt kısmı sıyrıldıktan sonra düzleştirilir ve çepeçevre sarılırlardı. Bu sayede hem bunlar ısıdan tutuşmazlar, hem de kesin yalıtım sağlarlardı. Bazen iyi sarılmadıkları durumlarda, borudan kayarak aşağıya düşerlerdi sadece, o kadar...

Bu baraklar, ayrıca çaydanlıkların ağzını kapatmak için de kullanılırdı. Yani, tıpa görevi görürlerdi. Evimizdeki her çaydanlığın bir barağı mevcuttu. İyice sarılarak hacmi küçültüldükten sonra serçe parmağı şekline getirilir, çaydanlığın ağzına sıkıca takılırdı. Bu şekilde dışarıdan çaydanlığa kir-pas, hatta böcek tarzı haşeratın girmesi engellenirdi. Çay konulacağı zaman buradan çıkartılır, iş bitince de derhal yerine takılırdı. Sobanın üzerine çaydanlık konulduğunda barağı çıkartılarak, kapağının üzerine konulurdu. Yoksa, çok kısa sürede çaydanlığın içindeki suyun/çayın kaynamasına ve kapağın kenarından taşmasına sebep olurdu.

Bazen rahmetli pederim soba üzerinde kahve isterdi. Aygaz ocağındakinden daha yavaş ısınan cezvenin başında hatırı sayılır bir süre beklenmesi gerektiği için, validem bu işe pek yanaşmak istemez, muhakkak bir bahane bularak mutfağa kaçardı. İş başa düşer ve Peder bey, mutfaktan cezveyi, kaşığı ve üzerinde Kurukahveci Mehmet Efendi yazılı içi çekilmiş kahve dolu kavanozu alır, kendi kahvesini yapmaya koyulurdu sobanın başında... Cezveye koyduğu su ve kahveyi, elindeki çay kaşığıyla sabırla karıştırmaya başlardı. Ortalama onbeş dakika süren bu işlem sırasında, başından bir an bile ayrılmamak gerekirdi. Yoksa kahvenin anında taşmasının önüne geçmek imkânsızdı. Yine de hemen her kahve yapışında bir miktar taşırır, sobanın üzeri rezil olurdu. Çünkü, kahve lekesi silinerek çok zor çıkardı. Soba, soğukken, sıkı ve yoğun bir arapsabunu taarruzuyla çıkartılabilmekteydi ama, o senelerde evimizdeki sobalar, kış boyunca hiç sönmezlerdi ki... İlkbahara, kaldırıldıkları güne kadar o kahve lekeleri sobanın üzerinde inatla dururlar, kararmış çehreleriyle bize bakıp bakıp sırıtırlardı. Validem de illet olurdu bunları gördükçe...

O yıllarda, evin her odasında soba yakmak imkânı olmadığı için, yatak odaları buz gibi olurdu. Hele bir de kuzeye karşı ise, yandınız demekti... İstanbullular bunun da bir çaresini bulmuşlardı: “Tuğla”... Aslında, bizde anılan adı tuğla olup, genellikle avuç içinden biraz daha büyük bir mermer parçası idi. Şu işe yarardı: Yatmadan kısa bir süre evvel sobanın üzerine ev ahalisinin yekûnu kadar mermer ya da mermer gibi iki tarafı düzleştirilmiş bir taş parçası konulurdu. Çok kısa zamanda bu mermerler ateş gibi ısınırlardı ve hemen sobanın üzerinden alınarak, bunlar için özel olarak dikilen keselere konulurlardı. Hatta çoğu kesenin ağzı bir de büzgülü idi. İçine mermer parçası konulduktan sonra, kesenin ağzı ipi yardımıyla kapatılırdı.

"Mermerler"i soğumadan herkes yatağına koşar ve yatardı. Kese içindeki taşlar (bizimkiler bazen “taş” da derlerdi), iki bacağınızın arasına sıkıştırılır ve uyuma moduna girilirdi. O buz gibi odada, yorganın altında, bacaklarınızın arasındaki mermer parçası öyle bir ısı verirdi ki, anında gözleriniz kapanır, uykuya dalardınız. Kesesinin ağzının büzgülü ipli olmasının sebebi ise, hemen uykuya dalınırsa, sağa-sola dönüldükçe kesenin içindeki mermerin kayıp dışarı çıkmasının engellemekti. Yoksa bacaklarınızın, veya teninizin yanması işten bile değildi. Kimi zaman bunların kesesi gece vakti kaybolur, ısrarla aranır-taranır ama bulunamazdı. Bu durumda mecbur kalınca bir beze (genellikle eski bir pijamadan kesilen kare şeklinde bir bez parçasına) sarılarak yatılırdı. Ama, her tarafı açık olduğu için sık sık içinden kayan taş, bacaklarınızı yakardı.

Eski İstanbul’da bu taşın yerine “kiremit parçası” veya düzgün şekilli "tuğla” kullanılırmış. Bu yüzden genel adı; “Tuğla” idi. Bu tuğlalar, hastalık durumunda da çok işe yararlardı. Bilhassa karın ağrıması hallerinde, yine sobada bir süre ısıtıldıktan sonra alınır ve koltukta/divanda ya üzerine oturulur, ya da çıplak ayak tabanlarının altına konularak üzerine basılırdı. Tuğla, haliyle çok sıcak olduğu için, tedavi seansının beşinci dakikasından itibaren ayaklara bir de çorap geçirilirdi. Kestirme tarafından mide bozukluğunun, karın ağrısının önüne geçen, çok etkili bir yöntemdi.

Ama, her gece ev halkından en az birisi, bu tuğlasını muhakkak yataktan yere düşürürdü. Uyku halinde sağa-sola dönülürken tuğla, gecenin o sessizliğinde yere "traaak" diye düşer, evdekileri yataklarından zıplatırdı (Muhtemelen, bir alt katta oturanları daha da şiddetli zıplatırdı).

Şimdi düşünüyorum da, ne kadar faydalı eşyalarmış şu sobalar. Yemek pişirmekten, hastalık tedavisine kadar birçok konuda yardımcı olmuşlar bizler seneler senesi... Şimdiki kalorifer petekleri gibi soğuk görünüşlü olmayan, karakterli duruşuyla, estetik şekilleriyle kış boyunca evin bir ferdiymiş gibi, bıkmadan-usanmadan bizlere hizmet için çabalayan bu vefakârlar artık tarih oldu çoğu evde... Sobası olanlar: Aman, kıymetini bilin bu vefakârın... İnsana, bir kaloriferden çok daha fazlasını veriyor.

İbrahim Akın KURTOĞLU

YETMİŞLERİN SONBAHARLARINDA, YAĞMUR ALTINDA "GAZ KUYRUĞU"NDA BEKLERKEN AKLIMDA KALANLAR

...Derken gün geldi, kömür bulunmamaya başladı... 1970’lerin sonları... Kömür aslında vardı, lâkin karaborsaya düşmüştü ve parası olan dahi zorlukla tedarik edebilmekteydi. Yazın fiyatı nisbeten makul ve stokları yeterli olan kömür, sonbahar girdi mi birden ortadan kaybolur oldu. Odun biraz daha rahat bulunuyordu ama, onun fiyatı da el yakmaktaydı. Neticede, öyle ya da böyle bir şekilde ısınmak gerekmekteydi.

Halk bunun üzerine mecburen başka alternatifler arayışına girdi ve neyse ki gaz sobaları imdada yetişti. Bunlar, kömür sobalarına göre yakılması çok daha kolay, etrafı kirletmeyen, ısı kazancı olarak kömürlü sobalara yakın olan, yakıt tutarı ise kömürle orantılandığında az biraz daha yüksek olmasına rağmen, öyle ya böyle bir şekilde bulunabilen sobalardı. Bele kadar yükselen silindirik gövdesinin arkasında, yarıboyunda, iki ayağı üzerinde yükselen, dikdörtgen sacdan mamul bir yakıt deposu mevcuttu.

Sobanın ön cephesinde mikadan küçük bir penceresi olup, önce kenarındaki ayar vanasından bir miktar gaz ana gövdeye akıtılır, ardından da bu penceresi açılarak içine bir kibrit atılırdı, hepsi bu kadar... Yakıt anında alev alır, “gürrr...gürrr...” sesler çıkararak yanmaya başlardı. Vanası çok açılırsa, sık aralıklarla sobanın arkasından “blobbb...blobbb..” diye sesler gelirdi. Hemen vana yarı ayarına indirilirdi. Bizimkinin markası; “Auer” idi... Kahverenkli bir sobaydı ve orta holümüzün karşı duvarının dibinde, tam ortalanacak şekilde kuruluydu.

Bu sobaların tavan doğru yükselen borularına takılan enteresan bir de aparatları vardı: "Çamaşır asma telleri"... Dairesel kelepçesi, boruya çepeçevre sarılır ve iki ucundaki kilidinden sıkıca tutturulurdu. Kelepçenin üzerine raptedilen, oynar bağlara sahip 6 adet tel soba borusu paralel olarak dururdu. Lâzım geldiklerinde bu tellerin bir ya da birkaçı aşağıdan yukarıya doğru doksan derece kaldırılarak boruyla normal yapacak yatay bir pozisyona getirilerek, altlarındaki minik yuvalarına oturtulurlardı ve üzerlerine küçük boyutta çamaşırlar, elbezleri, mendiller, çoraplar vs. asılırdı. Sobanın ısısıyla bunlar kısa sürede kururlardı.

İşi bitince bu tel tutacaklar yine aşağıya doğru indirilirlerdi, çünkü ev ahalisi yanlış bir hareketle bunlardan birinin gözümüze saplanacağından fevkalâde endişe ederdi. Ve bunların her indirilişlerinde de, o yıllarda bir geyik misali ağızlarda dolaşan; ayağı halıya takılıp da sobanın üzerine düşen bir kadının gözünü bu tellerden birinin çıkardığı, bizimkiler tarafından fondan tekrar tekrar anlatılırdı hep...

Çamaşır asma tellerinin farklı renkleri vardı ve genellikle sobanın renginde seçilmesine özen gösterilirdi. Zaten Auer'ler kahverengi, gri ve siyah olmak üzre galiba üç farklı renkte üretilmekteydiler.

Yakması çok daha rahat olan bu sobanın yakıtını tedarik etmek ise, bu kadar kolay değildi ama maalesef. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi sene 70’lerin sonları. Yani memleketin kaos ortamında olduğu, netâmeli yıllar... Herşey karaborsada; sanayağ, şeker, sigara, tüpgaz... Aklınıza ne gelirse. Haliyle gaz da tabi ki...

Bu enteresan yakıt, hiç akla gelmeyecek bir müessese grubundan; “bakkal”lardan alınırdı. Evet, o yıllarda bakkallarda gaz satılırdı. Hemen her mahalle bakkalının dükkânının bir köşesi gaz deposu olarak düzenlenmiş ve de buraya insan boyundan büyük sacdan bir depo oturtulmuştu. Deponun olabilen en alt kısmında da bir musluk, önünde de küçük hasır bir tabure ve iki adet maşrapayla birlikte büyükçe bir huni...

Ama bakkallarda gaz her zaman bulunmazdı. Dağıtımının olduğu günler ve saatler sınırlıydı. Çoğunlukla akşam karanlığı bastığı saatlerde bakkala gaz geldiği, önüne yanaşan Fuel-Oil tankerinin homurtusundan anlaşılır, herkes camlara üşüşür, gazın aktarılmaya başlandığı anlaşılınca da eline 6 litrelik bidonunu kapan bakkala doğru koşmaya başlardı. Bidonlar 6 litrelikti, çünkü bir müşteriye sadece 6 litre gaz verilirdi. Bakkalın önü kısa sürede ana-baba gününe döner, o iç titretici ıslak sonbahar akşamının soğuğu umursanmaz, upuzun bir kuyruk oluşurdu.

Yetmişli senelerde sonbaharlar soğuk ve yağışlı geçerdi. Şimdilerde olduğu gibi yaz geceleri misâli, kuru ve bunaltıcı havalar olmazdı. Her mevsim, kendi üzerine düşeni lâyıkıyla yerine getirirdi. Kuyrukta gaz sırası bekleyecek olan talihli seçimini ise hiç sevmezdik. Çünkü, sanayağ, şeker ve diğer kuyruklarda olduğu gibi, gaz kuyruğunda da öncelik nedense evin en küçüğüne düşerdi. Bu talihsiz piyangodan kaçmak için o gece çok fazla miktarda ödevin olduğu, muhakkak ertesi sabaha yetiştirilmesi gerektiği, evin bir başka ferdinin kuyruğa girmesi yönündeki umutsuz karşı çıkışlar ve surat asmalar, ebeveynler tarafından hiçbir şekilde kabul görmez, çaresiz, elinizde mavi renkli altı litrelik bidon, yola koyulurdunuz.

Ne kadar acele de etseniz de, önünüzde hatırı sayılır bir kalabalık birikmiş halde bulurdunuz bakkalın köşesini... Fargo marka kırmızı akaryakıt tankeri, “garrr...gar...gar...” çalışır, işi bitince de simsiyah hortumlarını toplar ve bir diğer bakkala aktarma yapmak için oradan ayrılırdı. Kuyrukta bir hareketlenme olur, millet farkettirmeden iki-üç sıra olsun öne geçebilmenin çarelerini arardı. Bir an evvel eve dönme telâşesi ağır basardı, çünkü sürekli ve inceden yağan yağmur, saçlarınızdan süzülerek içinize akardı yavaş yavaş...

Herşey bir yana, akşam da siyah-beyaz televizyonda ya bir Türk filmi yayınlanacak, ya da Dallas’ın en önemli bölümlerinden biri seyredilecek olurdu. Gözler kol saatinde, montların veya ceketlerin yakaları biraz daha kaldırılır, balıkçı yaka kazakların yakaları dudakları örtecek şekilde yukarı çekilirdi. Böylece alıp verdiğiniz nefesiniz, kazağın içinde, vücudunuzdan yayılan ısıyla birleşerek bir devridâim yapardı. Ve nedense her kuyrukta çişim gelirdi benim... Bırakıp eve gitseniz gidemezsiniz, bu şekilde beklemeye devam etseniz, bu sefer de istenmeyen şeyler olabilir. O yaştaki yeniyetme bir çocuk için çok zor bir karar anı... Ne olursa olsun kuyrukta beklenmesi gerektiği kendi kendine telkin edilerek, bu sıkıntının unutulup bertaraf edilmesine çalışılırdı...

Her kuyrukta ufak çaplı birkaç kavga da yaşanırdı. O yıllarda da mahallelerde çekişmeler, tartışmalar olurdu. Ama bunlar, günümüzdeki gibi saçsaça-başbaşa, ya da can yakacak şekilde değil; sadece münakaşa seviyesinde vukubulur, birkaç atışmadan sonra ortam duruluverirdi kendiliğinden...

O senelerde akaryakıt sıkıntı öyle had safhadaydı ki, şehirdeki bütün naylon eşya üreticilerinin bu işe kanalize olduklarını, farklı tip, boy ve renklerdeki bidonlardan anlardınız. Herkesin elindeki bidonu farklı renkte ve şekillerdeydi çünkü.

Bazen de bakkal elindeki bu geçici emsalsiz kudretin vermiş olduğu rahatlık ve sadizm duygusuyla nazlanır, gazın onbeş dakika sonra dağıtılmaya başlanacağını kendini beğenmiş bir ses tonuyla kuyruğa doğru dönerek seslenir, millet homurdanır, kızar ama fazla da ses edemezdi. Çünkü herkes, o geceki ve ertesi günkü ısınma malzemesinin tedarik edilebilme şansının, bakkalın iki dudağı arasında olduğunu bilirdi.

Böyle bir haince erteleme sözkonusu olduğunda, çoğunluk bidonlarını arka arkaya dizer ve bir süreliğine kuyruktan ayrılırdı. Hemen herkesin bidonu farklı olduğundan, karışma diye bir şey sözkonusu değildi. Validem, her ihtimale karşı mavi renkli plâstik bidonumuzun kulbunun üzerine bir de kırmızı renkli ambalaj ipliği sarmıştı. Hani, iki mavi renkli bidon arka arkaya gelirse, birbirlerine karışmasınlar diye... Ben yine de kuyruktan ayrılmazdım, aslanlar gibi bidonumu ve de sıramı müdafaa ederdim.

Kimi uyanıklar, önlerindeki sahipsiz bidonu alarak, yerine kendi bidonlarını koyarlar, onu da bir sıra geriye iterlerdi. Sahibi görmedikten sonra sorun değildi ama, gördüğü vakit de yeni bir ağız dalaşı vukubulurdu. Bilhassa, mantolarını giymek yerine omuzlarının üzerine alan, başını eğretiden bir dantelli yemeniyle bağlayan ve nedense muhakkak topuklu ayakkabılarının arkasına basarak dolaşan kimi ortayaşlı ve çıtak kadınlar, yellozluğun olabilen her safhasını icra ederler, birbirlerinin ağızlarını “caaarrrttt...” sesi eşliğinde yırtacaklarını karşılarındakine beyan ederler , sinirli sinrli yemenilerini söküp söküp yeniden bağlarlardı (Sıkıntılı anlarda insanın elini nereye koyacağını bilememesinin kadınlar arasındaki bir çözümüdür bu... Kızdıklarında sık sık başörtülerini çözüp tekrardan bağlarlar bizim Türk kadınları).

Derken yavaş yavaş kaldırımın üzerinde ilerlemeye başlanır, yarım saat içinde Allah’ın da yardımıyla kuyruk hızlı bir şekilde erirdi. Bakkal dükkânının içine girdiğinizde, içerisini kesif bir gaz kokusu kaplamış olurdu. Bakkalın çırağı sık sık sigara içenlerin sigaralarını söndürmelerini, yoksa hep beraber maazallah havaya uçabileceğimizi hatırlatırdı. Altı litre gaz uğruna cigaralar söndürülür ve dışarı atılırdı.

Bakkal, dükkânın dibinde yere çömelmiş, uzun süredir gaz kokusu solumaktan beti benzi sararmış ve hafif sarhoşvâri hareketlerle, sıradaki gaz bidonunu önündeki musluktan doldurmaya devam ederdi. Doldurma esnasında elindeki 1 ve 2 litrelik maşrapalara musluktan gazı aktarır, sonra da bunları bir huni marifetiyle bidonun ağzından içeriye bırakıverirdi. Neyse ki sıra size gelir, musluğun debisinde bir azalma olup olmadığı dikkatle kontrol edilirdi. Çünkü hiç ummadığınız anda sıra size geldiğinde gaz bitebilirdi de... İşte bu çok üzücü bir durumdu. O kadar beklediğinize mi yanasınız, yoksa eve boş bidonla döndüğünüzde validenizin; “kıçını kaldırıp da beş dakika evvel çıkamadın tembel teneke!... İşte kaldık böyle bu gece gazsız... Yok sana bu gece Türk filmi seyretmek, doooğru yatağa!” azarıyla gecenizin mahvolacağınıza mı üzülesiniz?!

Neyse ki musluktan gaz gürül gürül akmaya devam eder, altı litresi bidona dolar, çabucak çırağa parası ödenir, bakkalın kapısından dışarı çıkıldığında ise içi gazla dolu bidon, henüz kuyrukta beklemeye devam eden şanssızlar ordusuna göstere göstere hafiften yukarıya doğru kaldırılarak belli-belirsiz bir nispet yapılır ve hızlı adımlarla eve dönülürdü. Daire kapısından içeriye ise zafer kazanmış bir kumandan edâsıyla girilir, bidon mutfaktaki küçük balkonun dibinde, kendine ayrılmış ve altına gazete kâğıdı serilmiş köşesine özenle bırakılır ve 2 gece daha ısınılabilinecek olmanın verdiği huzur ve rahatlıkla eller yıkanır, televizyonun başına kurulunurdu. Auer’in üzerine de koccca bir demlik oturtulur, dışarıda yağan yağmurun sesi ve sonbaharın o güçlü poyrazıyla sallanan ağaçların, sağa-sola savrulan dallarında kalan son yapraklarının hışırtısının güzelliği, sıcacık evinizde yudumlamaya başladığınız çay eşliğinde kulaklarınızda aksederdi...

Şimdilerde artık kombinin düğmesini çevirerek istediğimiz ısıyı sağlamamız mümkün. Ne bakkal köşelerinde yağmur altında gaz sırası beklemek, ne de yakıtsız kalmanın endişesini duymak... Artık çok gerilerde kaldı. Allah bir daha o günlere döndürmesin bu memleketi... Yine de aileme bu şekilde dahi olsa biraz katkıda bulunmuş olmanın lezzetini ve keyfini halen duyuyorum, aklıma geldikçe o günler...

İbrahim Akın KURTOĞLU

KIŞIN EVLERDE SOBA YAKMANIN ÂDÂBI VE ODAYA DOLAN ENFES RÂYİHÂLAR

Sonbahar gelip de ilk yağmurlar düşmeye başlayıp, havalar nisbeten soğumaya yüz tuttuğunda, ilk evvel giysiler bir kademe kalınlaşır, süveterler, hırkalar, ardından da kazaklar dolaptan çıkartılır, yaz boyunca üzerine sinen naftalin kokularının giderilmesi için balkonda ipe asılır ve bir-iki gün bekletilirdi. O yıllarda yazın kullanılmayacak olan kışlıklar ve de kışın kullanılmayacak olan yazlık elbiseler dolaba kaldırılırken, kat yerlerinin aralarına eser miktarda "naftalin" serpiştirilirdi. Bu naftalin desteği, mevsim boyunca bu elbiseleri başta güve olmak üzre çeşitli haşerâtın hain emellerinden korumak için yapılırdı. Yoksa, mevsimi gelip de kışlıkları dolaptan çıkarttığınız vakit, bunların muhtelif yerlerini elek misali delik deşik vaziyette bulmanız kuvvetle muhtemeldi. İşte naftalin adlı keskin ve ilginç kokulu kimyasal madde, güvelerin çekmesi olası ziyafetlere karşı bir korunma yöntemiydi.

Naftalin, dolabın/gardrobun içini bütün mevsim boyunca o keskin kokusuyla doldurmuş olurdu. Ne kadar havalandırılırlarsa havalandırılsınlar, yine de bir hafta kadar daha üzerinizde belli belirsiz bir naftalin kokusu olurdu. Zamanla uçar giderdi ancak...

Naftalin kokulu kazakları ve hırkaları giymek, artık yavaş yavaş soba yakma zamanının da geldiğinin müjdecisiydi. Bizde ve çevremizde, soba yakma günü 29 Ekim’di... Acaba niye 29 Ekim’di? Muhtemelen büyüklerimiz, her sene soba kurulması gününün önemli bir tarihe tekabül etmesini ve de böylece tarihin şaşmamasını düşünürlerdi... Bayram olduğu için, ne güne gelirse gelsin farketmezdi. Herkes evdeydi çünkü... Zaten Ekim sonu demek, İstanbul’da havaların artık iç titretmeyle titretmeme arasındaki o ince çizginin sonuna gelindiğinin de işaretlerini verirdi. Çoğu Cumhuriyet Bayramı, İstanbul’da yağmurlu olur, Vatan Caddesi’ndeki geçit töreninde askerler, sırılsıklam vaziyette bölük-bölük geçerlerdi.

Sobanın kurulacağı günün bir evveli, kahverengi parlak borular kömürlükten ya da balkondan çıkartılarak evin koridoruna uzunlamasına dizilir, sobanın kendisi ve üzerine oturtulduğu kalın yekpâre mermer tekrardan ve de kuvvetlice ovulurdu. Çünkü soba kurulup da kütlesi adeta ateş topuna döndükten sonra bu derece etkili bir temizlik yapma şansı azalırdı. Öyle bir ısı yayardı ki, yanıbaşındaki şilteye kıvrılan evimizin kedisi "Boşnak" (sapsarı ve bol tüylü, oldukça güzel bir kediydi) saatlerce mayışır, yerinden kalkamazdı.

Soba kurulma günü evde haddinden fazla bir telâşe yaşanır; valide hanım, rahmetli peder bey ve anneannem ile teyzem; önce bizim evdeki, sonra da teyzemlerdeki sobaların kurulması için derhal ayaküstü bir ekip oluştururlardı. Evin babası olduğu için rahmetli peder işin en sinir bölümünü üstlenmek zorunda kalır; boruların dirseklerinin geçeceği kısma en yakın noktaya konulan bir iskemleye ve de bu iskemlenin üzerine yerleştirilen üç bacaklı tahta banyo taburesinin tepesine çıkar, kafası neredeyse tavana değer, değme cambazlara taş çıkartacak bir halde sık sık oradan oraya yalpalar, arada bir düşmeye çalışır, bizleri de o arada bayağı bir güldürürdü. O ise, nedense pek gülmezdi bu haline. Tabi, 2 metre yüksekten de olsa yere düşmek, aklı başındaki her ferdin ısrarla çekindiği ve vukubulmasını istemediği aktivitelerdendi ne de olsa...

 Ekibin geri kalan kısmı da kendi arasında bir işbölümü yapar, kimi boruları taşır, kimi de dirseklere gelecek olan uzun boruları usturubuyla havaya kaldırırdı. Borular birbirlerine eklemlenir, tam iş bitti derken, hain dirseklerden birisi yerinden oynayarak çıkar, bütün borular bütün halde yere düşmeye meyleder, bizimkiler telaşla bunlara mukayyet olmaya çalışır, birbirinden ayrılan kısım, boştaki bir ekip elemanı tarafından birleştirilmeye çalışılır, neyse ki sabır ve de sinirle bütün borular birbirlerine hatasız şekilde raptedilirdi sonunda...

Her ne kadar içleri yazdan temizlenmiş olsa da, kimi zaman doksan derecelik dirseklerin dönüm yerlerinde birikip de farkedilmeyen kapkara toz halindeki bir miktar is, genelde babamın başından aşağıya ve üzerine boca olurdu. Soba kurma ve kaldırmanın olmazsa olmazlarından olan bu mecburi is banyosu da böylelikle sona erer, aile efradı yine bu duruma pek güler , rahmetli ise ayıp olmaması için güler gibi yapar ama, kayınvalidesinin ve baldızının önünde bu terbiyesiz dirseğe ve kapkara islere duyduğu gayrinizami (terbiyedışı) lâkırdıları içinden ederdi. Bunu, dudaklarının hızlı hızlı sessizce açılıp kapanmasından kolaylıkla farkedebilirdik. En çok da, validemin O'na: "Arap Bacı..." demesine kızıyor olmalıydı herhalde içinden... Karizmanın mecburen çızıldığı anlar , elbette ki her erkek kızar bu yakıştırmaya...

Soba kurulduktan sonra hemen kömür yakılmaz, önce içinde bir miktar kağıt tutuşturulur, böylece boru ve dirseklerin olası duman kaçıran noktaları test edilirdi. Şayet bu önçalışma başarıyla sonuçlanırsa, artık sobamız ailemize 6 ay boyunca hizmet etmeye hazır durumda demekti...

Bazı Cumartesi akşamları, teyzemlerde gece yatısına kalırdım. Pazar sabahı, burnuma dolan keskin bir gaz kokusu beni yattığım somyadan uyandırırdı. Sabahın daha yedisinde teyzem muhakkak kalkmış ve odanın köşesindeki sobayı tutuşturma çalışmalarına başlamış olurdu çünkü... Sobanın dökme alt kapağı açılarak, daha önceden üstten doldurulan kömürlerin tepesine ince birkaç odun veya tahta parçalarından minik bir çatı yapılır, bu çatının tam ortasına da gaza batırılmış paçavralar sokuşturulurdu. Beni uykumdan uyandıran bu koku da, işte bu gazlıbezlerden yayılırdı odanın içine... Gaz işte, nasıl güzel bir kokusu olabilir, ama benim çok hoşuma giderdi bu kokuyu hissetmek... Teyzem kibritle gazlıbezi tutuşturunca, sobanın içinden derhal masmavi bir alev hareketlenir, akabinde üzerindeki tahta çatıyı tutuşturur, inceden çıtırtı sesleri başlardı. “Çıtır çıtır...” tutuşan tahtalar, kısa süre sonra, asıl yakıt olan kömürlere sıçrar, odanın içi derinlerden “gürlemeye” başlardı.

Odaya sinen hafiften gaz kokusuna, bir süre sonra tam ortaya kurulan kahvaltı sofrasından yükselen mis gibi sabah çayının rayihası ve kahvaltılık malzemenin türlü çeşit kokusu eşlik ederdi. Hele ki haftasonu karlı bir güne denk gelmişse ve dışarıda tipi şeklinde veyahut da lâpa lâpa yağan bir kar hareketi de mevcutsa, deymeyin keyfime... O yaşta daha ne istersiniz? Sıcacık, gürül gürül soba yanan bir odada, yine sıcacık çayla kahvaltı edebilmek, herhalde o senelerde benim için mutlulukların en önde gelenlerindendi. Validem ve rahmetli babam da kapıyı çalarak kahvaltıya geldiklerinde ev ahalisi olarak, vefalı sobamızın nimetinden faydalanmaya başlardık.

Çaydanlık sobanın üzerine konulur ve geceden kalan yarı bayatlamış ekmekler, yine sobanın üzerine yanyana dizilirdi. Ooooof ooofff.... Odanın içine dolan yeni bir mis kokusu daha... Kızaran ekmek kokusu... El yakacak derecede ısınan ekmekler derhal alınarak, üzerlerine halis tereyağı sürülür, daha saniyesinde kızarmış ekmek dilimi, bu yağı eriterek içine çeker, iki muazzam ta'am birbirleriyle adeta halvet olurlardı.

Sabah saat sekize doğru (hava açık da olsa, yağmurlu veya karlı da olsa), sokağımızın gezici gazetecisinin sesi duyulurdu derinlerden... Mahallenin saf tipli bir delikanlısı, koltuğunun altına sıkıştırdığı muhtelif gazeteleri bağıra-çağıra anons ederdi: “Gaaaasteeeee... Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Günaydın, Hayat, Ses...” Bu gazete ve dergi isimlerini öyle hızlı ve sıralarını sektirmeden söylerdi ki, ağzından bir çırpıda çıkardı kocca cümle... Hevesle taklit etmeye çalışırdım O'nu ama, daha üçüncü gazete isminde karıştırır, çuvallardım... Hemen sokak tarafına bakan ön pencere açılır, babam ucuna ip bağlanmış olan sepetin içine bozuk paralar koyarak aşağıya sarkıtır “Bilmem kim... (Şimdi bu gazeteci delikanlının ismini unuttum, zaten yıllar evvel rahmetli olduğunu işitmiştik) Bi Hürriyet, bi de Günaydın...” derdi. Pazar günleri validem, bu iki gazeteye ek olarak bir de Hayat Mecmuası almasını talep ederdi babamdan. Sözkonusu sipariş de gazetelere eklenir, sepete konulur ve yukarı çekilirdi.

Pazar günleri Hürriyet Gazetesi, “Fatoş” ve “Güngörmüşler”in 3’er banttan oluşan renkli baskı, büyük maceralarını verirdi. Hafta içi günlerde ise herbiri birer bant olur, ama yanlarına bir de “Bizimkiler” ve “Dedektif Nick” eklenirdi. İlk evvelâ Hürriyet’in ekini elime alır, bir çırpıda bunları okur ve bizimkilere uzatarak, kaldığım yerden kahvaltıma devam ederdim.

Kahvaltı sofrasında babam hemen gazetelere dalar, bizimkiler kendi aralarında sohbet ederler, ben de radyodan sabah aranjmanlarını dinlerdim (Hafif müziğin ismi "aranjman"dı o senelerde çünkü ) Ajda Pekkan’ların, Seyyal Taner’lerin, Rana Alagözler'in, Ersan Erdura'ların, Beyaz Kelebekler'in, Dario Moreno'ların, Banu’ların, Berkant’ların, Ömür Göksel’lerin... revaçta olduğu seneler...

Kahvaltı bitince, odaya sinen muhtelif gıda kokularını gidermesi için, önce sobanın üstündeki ekmek kırıntıları minik bir el süpürgesiyle karton bir kutuya süpürülür (kutuyu bile hatırlıyorum, “Ali Muhiddin Hacıbekir"den alınan badem ezmesinin, boşalan ama çöpe atılmayan kartondan kutusuydu. Yalnızca üstündeki kapak kısmı kopartılmıştı, ama kenarlarında Hacı Bekir’in kırmızı renkli o alacalı arması yerliyerinde durmaktaydı), sonra da temizlenen sobanın yüzeyine, kahvaltıda kullanılan limon kabukları, kalın kısımları dışa bakacak şekilde dizilirdi. Birkaç dakika içinde, hakikaten de odanın atmosferi değişir, içerisi missssler gibi limon kokmaya başlardı. Bu kabuklar sobanın üzerinde uzun bir süre durduktan sonra kururlar, sularını kaybettikleri için sertleşip kendi içlerine doğru büzülürlerdi. Hepsi toplanarak bir torbaya doldurulur ve ertesi sabahki soba yakma faaliyeti için hazır cephane görevi görürlerdi.

Böylesine tasarruf yapılan senelerden geçip de, sadece bir düğmesi çevrilerek sonuna kadar açılan “doğalgaz kombi”li günlere geldik. Tasarruf mu? 1960’larda, 70’lerde kalan komik bir teşebbüs... Gazlıbez ve kurumuş limon kabuklarıyla soba tutuşturmak mı? Bu, daha da komik... Basarsın düğmeye, oda yirmibeş saniyede sıcacık olur işte... Tasarruf, bizim kuşakla birlikte sona erdi. Bizden sonrakiler ise bunun hakkında; üç heceli ve sekiz harfli Arapça/Farsça bir kelime olmasının dışında ekstradan herhangi bir bilgiye sahip değiller... Doğalgaz kaloriferleri üzerinde (keşke imkân olaydı da), hiç değilse ekmek kızartılaydı, sıra sıra limonlar dizileydi bari... Bizim yeni yetme çocuklar da görür, bilirlerdi bu keyfi...

İbrahim Akın KURTOĞLU

KIŞA HAZIRLIĞIN TÂ YAZDAN BAŞLADIĞI SENELER VE ODUN-KÖMÜR ALMA TELÂŞESİ

Bindokuzyüzseksenlerin ortalarına kadar, çok uzun yıllar boyunca, İstanbul'da ısınmak için odun, kömür ve gaz kullanılırdı. Henüz doğalgazla tanışılmamış tabii... Kentin cüz'i birkaç bölgesinde evlere ulaşan havagazı şebekesi mevcut ve İETT idaresi tarafından Kâğıthane, Hasanpaşa, Dolmabahçe ve Yedikule gazhanelerinden şehre pompalanıyor. İstanbul'un geri kalan evleri ise, mecburen başlarının çaresine bakmak zorunda... Her evin içinde bir (kimi zaman iki) soba kurulu... Bu sobalar, oturma odasının bir köşesinde oldukça büyük bir alanı kaplıyorlar (1 metrekareden fazla bir alanı). Aslında ilk bakışta az gibi görünse de, birkaç metrelik odalarda bu bölgenin tamamen iptali sözkonusu...

Sobalar da iki çeşit: İlki, içinde odun ve kömür yakılan, dökme demirden, ağır ve oturaklı sobalar, diğerleri ise gazla çalışan ve bunlara nazaran daha hafif, sacdan mamul, oturan bir ata benzeyen, kahverengi, silindirik “Auer”ler...

Odun-kömür sobaları gaz sobalarına göre daha iyi ısı verdikleri için tercih ediliyorlar. Markaları da farklı farklı. Bizim evdekinin markasını hiç unutmuyorum: “Şâkir Zümre”... Gaz bulunması da o yıllarda başlıbaşına bir sorun. Bugün alsanız bile, yarın tekrardan bulabileceğiniz şansa kalmış Bu yüzden ilk bahsedilen tür sobalar daha revaçta... Kömür sobaları, Unkapanı ile Yenicami arasındaki sahilde yanyana sıralanan sobacılardan alınıyor genellikle. Herkes ihtiyacını buradan temin ettiği için, esnaf da nisbeten ucuza satıyor ve sürümden kazanıyorlar... Zaten semtin ismi de halk arasında “Sobacılar” olarak geçiyor.

Bu sobaların yakıtı olan odun ve kömür, yaz ayının ortalarında, Haziran-Temmuz gibi satın alınır ve evin kömürlüğüne itinayla istiflenirdi. 1970'lerde, yazın o en sıcak günlerinden birinde rahmetli peder bey, o gün kömür (ya da odun) almaya Yenikapı’ya gideceğimizi söyler, hazırlanmamı isterdi. Yazın ortasında neden odun-kömür almaya gideceğimizi bir türlü çözemezdim. Ne gereği vardı bu sıcakta? Kış gelince gidip alınır, paraya bakmıyor mu iş?... Bakmıyormuş meğerse... Sonbaharda bunların fiyatları yaza göre yüzde elliden fazla artar, sonra aynı mamulü kazık yiyerek satın almak zorunda kalırmışız, sonradan öğrendim...

Yine de odun-kömür almaya gitmekten gocunmaz, hatta sevinirdim bir de. Çünkü, meselenin sonunda beni bekleyen sürprizi kaçırmak hiç de işime gelmezdi...
Erkenden yola çıkılır, Aksaray’a kadar otobüsle gidilir, indikten sonra da Yenikapı istikametine dönerek, aşağıya doğru on dakika kadar yürünürdü. Yenikapı’ya inen Mustafa Kemal Bulvarı, sahilde sonlanırdı. Burada yürümek çok zevkliydi. Çünkü yokuşun bitimine yakın, zeminin göbek yaptığı mevkide Yenikapı tren istasyonu görünür, Sirkeci ve Halkalı istikametlerinden gelen banliyö trenleri, sık aralıklarla bulvarın üzerindeki demiryolu köprüsünden atlayarak geçerlerdi. Fonda da pırıl pırıl parlayan masmavi Marmara tabii...

Ama biz sahile kadar inmez, Küçük Langa’nın girişi olarak tâbir edilen alana varırdık (şimdiki Metro İstasyonu’nun inşaatının devam ettiği alan). O senelerde burası İstanbul’un Avrupa yakasının odun-kömür deposu, âdeta “yakıt hali”ydi. Yanyana sıralanan bir dolu oduncu ve kömürcü mevcuttu. Galiba ön kısımda oduncular, biraz berilerinde ise kömür satıcıları bulunmaktaydı. Bütün işyerleri de (gerçi işyeri demeye bin şâhit ister, çünkü tamamı da üzerlerine branda ya da naylon gerilmiş, hemen dibine biryere de, içine bir kişinin zor sığacağı yamuk-yumuk ahşap kulübelerin oturtulduğu) aslında derme-çatma depolardan oluşmaktaydı.


Bizim her sene ille de müdâvimi olduğumuz oduncumuza giderdik (O’nun odununun lezzeti bir başka tabii, başkasına gitmek olmaz, sanırsınız odun değil de İstiklâl Caddesi’nde kremalı pasta alıyoruz müdâvimi olduğumuz pastahaneden ). Adam bizi tanır, peder beyin elini sıkar, benim de başımı okşayıp homur homur birşeyler söylerdi bana... Hiçbir şey anlamazdım ne dediğinden... Depodan yoğun bir ham ahşap kokusu yayılırdı. Aslında nefis kokudur odun kokusu... İnsanı garip bir şekilde cezbeden bir râyiha salar bu odun demetleri... Doğal, ilginç, güzel bir koku...

Rahmetli peder, oduncu beyamca ile ayaküstü yapılan birkaç kısa hoşsohbetten sonra fiyatı sorar, gerekli pazarlığı yapar ve birkaç çeki oduna karşılık gelen parayı öderdi (Odun: çeki adı verilen tartı birimiyle ölçülürdü. Galiba 250 kiloya, yani çeyrek tona karşılık gelirdi). Pardon pardon... Bir dakika... Parayı baştan ödemezdi, sonunda öderdi. Niye mi?.. Efenim, şundan ötrü...

Deponun yanında park halinde bekleyen kamyon ile kamyonet arası çok çok eski bir Dodge marka araç deponun önüne çekilir, oduncu ve yardımcısı tarafından, tahtadan kasasına odunlar özenle istiflenirdi. Göz kararı doldurulan bu odunlar, peder beyin “tamam” demesiyle sona erdirilir, ardından kamyon büyük bir metal yüzeyin üzerine çekilirdi. Bu, kamyonetin alanından daha büyük olan dikdörtgen metal yüzey, aslında devâsâ bir tartıydı. Bütün odun ve kömürcüler ortak kullanırlardı bunu... Üstü masmavi yağlıboya ile boyanmıştı ama, lâstik izlerinden dolayı yer yer kararmıştı yüzeyi...

Tartılan kamyonetin ağırlığı bir kâğıda yazılır, bu arada şoför mahallinin önündeki torpido gözüne ya da camın üzerindeki gölgeliğin arkasına sıkıştırılan araç kâğıdı ile karşılaştırılır, burada yazılan dara (boş ağırlığı), son rakamdan düşülür, aradaki fark, araca ne kadar odun yüklendiğini belirtirdi. Tabi, tam olarak çekinin katlarına karşılık gelmediği için uygun hesaplamalar yapılır ve ödenmesi gereken meblâğ böylelikle ortaya çıkardı. Rahmetli peder bey işte o zaman ödemeyi yapar, beyamcanın elini sıkar ve beni kucakladığı gibi şoför mahalline oturturdu... Veeee, yazının başında bahsettiğim sürpriz de o anda başlamış olurdu. Kamyonete biniyoruz, düşünebiliyor musunuz?

Şoför önce kamyonetin önündeki motor kapağının altındaki bir deliğe “L” şeklinde bir demir sokarak, bunu saat yönünde 7-8 defa çevirirdi. Motor çalışmaya başlardı. Hemmen koşarak direksiyonun başına geçer ve aracı hareket ettirirdi. Kamyonet ıhıl-mıhıl yola koyulur, Yenikapı Meydanı, Aksaray, Muratpaşa üzerinden Vatan Cadesi’ne girerek, sağdan yavaş yavaş yoluna devam ederdi. Giderken kamyonetten belli aralıklarla; “Dıııızzt.. Dııızzt...” şeklinde sesler gelirdi (O yılların kamyonetleri böyle enteresandılar işte... Biz ve bizden evvelki jenerasyon çok iyi hatırlayacaklardır bu çoksesli vâsıtaları). Hırka-i Şerif sapağından içeri dönerek bizim sokağa ulaşıldığı anda, mahalle arkadaşlarımın dışarıda oynar halde olması için içimden dua ederdim. Çünkü ben, bir kamyonetin mahallinde, cam kenarında oturur halde sokağımıza duhûl eyleyeceğim... Var mı bundan ötesi?... Aman da ne şeref, ne şeref!...

Beni şoförle babam arasına oturturlardı. Böylece, yolda olası bir kapı açılması durumunda aşağıya düşmeyeyim (babam düşsün, şayet ille de düşecek biri olacaksa) diye validem sıkı sıkıya tembih ederdi evden çıkmadan... Ama ben, allem eder kallem eder, sokağa girilince babamla acele tarafından yer değiştirerek cam kenarına geçerdim ve kuru kurum kurularak, sağ kolumu kapının açık olan camına dayardım. Sokakta misket ve top oynayan veletlerin bize gıpta, hayranlık, haset ve de kıskançlık içinde bakmalarını sağlamak tabii ki amaç... Ama netice pek de istediğim gibi olmaz, çocuklar yan gözle kamyonete şöyleden bir bakar ve oyunlarına devam ederlerdi. Olsundu, ben sokağa kamyonetle girdim ya... Nasıl bir ayrıcalık kazanmışım... Ötesi umurumda bile değil...



Kamyonet evimizin önünde durur, bizimle birlikte ama kamyonetin kasasında odunların üzerine oturarak gelen iki hamal ve bizler aşağı iner, kamyonetteki odunlar aşağıya boşaltılır, sonra da hamallar tarafından, kalın hasırdan örülü küfelere yeniden özenle dizilerek, aşağı kömürlüğe sırtlarında taşınmaya başlanırdı. Bu taşıma işi ortalama bir saat içinde biter, kömürlüğümüz ağzına kadar muntazaman istiflenmiş odunlarla dolar taşardı. İş bitince de valide hanım elinde faraş ve süpürgeyle aşağıya iner, kapının önünde odun yığınından artakalan kırıntıları ve odun tozlarını, kıymıklarını süpürür, ardından da bir-iki ibrikle yeri sulayarak pırıl pırıl yapardı. Bu son nokta, herkeste âdettendi o yıllarda... Odun da alınsa, kömür de alınsa, mutlaka kapının önünde arta kalanlar ev ahalisinden birileri tarafından süpürülürdü.

Babam, bir işi daha başarmanın verdiği keyifle cigarasını yakar, ben sokakta oyuna dalar ve bu alışveriş, havalar soğuyana, tâ ki sonbahar gelene, ilk yağmurlar düşene kadar unutulurdu. Havaların giderek ısısını düşürmesiyle birlikte, kömürlük-ev arası hareketlenme de başlar ve içleri odunla doldurulan ilk kovalar yukarıya, evin balkonuna taşınmaya başlardı. Bizim evde âdetti, sobalar sonbaharda, tam; 29 Ekim’de kurulurdu... Çoğu İstanbullu için de bu tarih, soba kurma günü olarak kabul edilirdi eskiden...

İbrahim Akın KURTOĞLU