9 Kasım 2011 Çarşamba

KIŞIN EVLERDE SOBA YAKMANIN ÂDÂBI VE ODAYA DOLAN ENFES RÂYİHÂLAR

Sonbahar gelip de ilk yağmurlar düşmeye başlayıp, havalar nisbeten soğumaya yüz tuttuğunda, ilk evvel giysiler bir kademe kalınlaşır, süveterler, hırkalar, ardından da kazaklar dolaptan çıkartılır, yaz boyunca üzerine sinen naftalin kokularının giderilmesi için balkonda ipe asılır ve bir-iki gün bekletilirdi. O yıllarda yazın kullanılmayacak olan kışlıklar ve de kışın kullanılmayacak olan yazlık elbiseler dolaba kaldırılırken, kat yerlerinin aralarına eser miktarda "naftalin" serpiştirilirdi. Bu naftalin desteği, mevsim boyunca bu elbiseleri başta güve olmak üzre çeşitli haşerâtın hain emellerinden korumak için yapılırdı. Yoksa, mevsimi gelip de kışlıkları dolaptan çıkarttığınız vakit, bunların muhtelif yerlerini elek misali delik deşik vaziyette bulmanız kuvvetle muhtemeldi. İşte naftalin adlı keskin ve ilginç kokulu kimyasal madde, güvelerin çekmesi olası ziyafetlere karşı bir korunma yöntemiydi.

Naftalin, dolabın/gardrobun içini bütün mevsim boyunca o keskin kokusuyla doldurmuş olurdu. Ne kadar havalandırılırlarsa havalandırılsınlar, yine de bir hafta kadar daha üzerinizde belli belirsiz bir naftalin kokusu olurdu. Zamanla uçar giderdi ancak...

Naftalin kokulu kazakları ve hırkaları giymek, artık yavaş yavaş soba yakma zamanının da geldiğinin müjdecisiydi. Bizde ve çevremizde, soba yakma günü 29 Ekim’di... Acaba niye 29 Ekim’di? Muhtemelen büyüklerimiz, her sene soba kurulması gününün önemli bir tarihe tekabül etmesini ve de böylece tarihin şaşmamasını düşünürlerdi... Bayram olduğu için, ne güne gelirse gelsin farketmezdi. Herkes evdeydi çünkü... Zaten Ekim sonu demek, İstanbul’da havaların artık iç titretmeyle titretmeme arasındaki o ince çizginin sonuna gelindiğinin de işaretlerini verirdi. Çoğu Cumhuriyet Bayramı, İstanbul’da yağmurlu olur, Vatan Caddesi’ndeki geçit töreninde askerler, sırılsıklam vaziyette bölük-bölük geçerlerdi.

Sobanın kurulacağı günün bir evveli, kahverengi parlak borular kömürlükten ya da balkondan çıkartılarak evin koridoruna uzunlamasına dizilir, sobanın kendisi ve üzerine oturtulduğu kalın yekpâre mermer tekrardan ve de kuvvetlice ovulurdu. Çünkü soba kurulup da kütlesi adeta ateş topuna döndükten sonra bu derece etkili bir temizlik yapma şansı azalırdı. Öyle bir ısı yayardı ki, yanıbaşındaki şilteye kıvrılan evimizin kedisi "Boşnak" (sapsarı ve bol tüylü, oldukça güzel bir kediydi) saatlerce mayışır, yerinden kalkamazdı.

Soba kurulma günü evde haddinden fazla bir telâşe yaşanır; valide hanım, rahmetli peder bey ve anneannem ile teyzem; önce bizim evdeki, sonra da teyzemlerdeki sobaların kurulması için derhal ayaküstü bir ekip oluştururlardı. Evin babası olduğu için rahmetli peder işin en sinir bölümünü üstlenmek zorunda kalır; boruların dirseklerinin geçeceği kısma en yakın noktaya konulan bir iskemleye ve de bu iskemlenin üzerine yerleştirilen üç bacaklı tahta banyo taburesinin tepesine çıkar, kafası neredeyse tavana değer, değme cambazlara taş çıkartacak bir halde sık sık oradan oraya yalpalar, arada bir düşmeye çalışır, bizleri de o arada bayağı bir güldürürdü. O ise, nedense pek gülmezdi bu haline. Tabi, 2 metre yüksekten de olsa yere düşmek, aklı başındaki her ferdin ısrarla çekindiği ve vukubulmasını istemediği aktivitelerdendi ne de olsa...

 Ekibin geri kalan kısmı da kendi arasında bir işbölümü yapar, kimi boruları taşır, kimi de dirseklere gelecek olan uzun boruları usturubuyla havaya kaldırırdı. Borular birbirlerine eklemlenir, tam iş bitti derken, hain dirseklerden birisi yerinden oynayarak çıkar, bütün borular bütün halde yere düşmeye meyleder, bizimkiler telaşla bunlara mukayyet olmaya çalışır, birbirinden ayrılan kısım, boştaki bir ekip elemanı tarafından birleştirilmeye çalışılır, neyse ki sabır ve de sinirle bütün borular birbirlerine hatasız şekilde raptedilirdi sonunda...

Her ne kadar içleri yazdan temizlenmiş olsa da, kimi zaman doksan derecelik dirseklerin dönüm yerlerinde birikip de farkedilmeyen kapkara toz halindeki bir miktar is, genelde babamın başından aşağıya ve üzerine boca olurdu. Soba kurma ve kaldırmanın olmazsa olmazlarından olan bu mecburi is banyosu da böylelikle sona erer, aile efradı yine bu duruma pek güler , rahmetli ise ayıp olmaması için güler gibi yapar ama, kayınvalidesinin ve baldızının önünde bu terbiyesiz dirseğe ve kapkara islere duyduğu gayrinizami (terbiyedışı) lâkırdıları içinden ederdi. Bunu, dudaklarının hızlı hızlı sessizce açılıp kapanmasından kolaylıkla farkedebilirdik. En çok da, validemin O'na: "Arap Bacı..." demesine kızıyor olmalıydı herhalde içinden... Karizmanın mecburen çızıldığı anlar , elbette ki her erkek kızar bu yakıştırmaya...

Soba kurulduktan sonra hemen kömür yakılmaz, önce içinde bir miktar kağıt tutuşturulur, böylece boru ve dirseklerin olası duman kaçıran noktaları test edilirdi. Şayet bu önçalışma başarıyla sonuçlanırsa, artık sobamız ailemize 6 ay boyunca hizmet etmeye hazır durumda demekti...

Bazı Cumartesi akşamları, teyzemlerde gece yatısına kalırdım. Pazar sabahı, burnuma dolan keskin bir gaz kokusu beni yattığım somyadan uyandırırdı. Sabahın daha yedisinde teyzem muhakkak kalkmış ve odanın köşesindeki sobayı tutuşturma çalışmalarına başlamış olurdu çünkü... Sobanın dökme alt kapağı açılarak, daha önceden üstten doldurulan kömürlerin tepesine ince birkaç odun veya tahta parçalarından minik bir çatı yapılır, bu çatının tam ortasına da gaza batırılmış paçavralar sokuşturulurdu. Beni uykumdan uyandıran bu koku da, işte bu gazlıbezlerden yayılırdı odanın içine... Gaz işte, nasıl güzel bir kokusu olabilir, ama benim çok hoşuma giderdi bu kokuyu hissetmek... Teyzem kibritle gazlıbezi tutuşturunca, sobanın içinden derhal masmavi bir alev hareketlenir, akabinde üzerindeki tahta çatıyı tutuşturur, inceden çıtırtı sesleri başlardı. “Çıtır çıtır...” tutuşan tahtalar, kısa süre sonra, asıl yakıt olan kömürlere sıçrar, odanın içi derinlerden “gürlemeye” başlardı.

Odaya sinen hafiften gaz kokusuna, bir süre sonra tam ortaya kurulan kahvaltı sofrasından yükselen mis gibi sabah çayının rayihası ve kahvaltılık malzemenin türlü çeşit kokusu eşlik ederdi. Hele ki haftasonu karlı bir güne denk gelmişse ve dışarıda tipi şeklinde veyahut da lâpa lâpa yağan bir kar hareketi de mevcutsa, deymeyin keyfime... O yaşta daha ne istersiniz? Sıcacık, gürül gürül soba yanan bir odada, yine sıcacık çayla kahvaltı edebilmek, herhalde o senelerde benim için mutlulukların en önde gelenlerindendi. Validem ve rahmetli babam da kapıyı çalarak kahvaltıya geldiklerinde ev ahalisi olarak, vefalı sobamızın nimetinden faydalanmaya başlardık.

Çaydanlık sobanın üzerine konulur ve geceden kalan yarı bayatlamış ekmekler, yine sobanın üzerine yanyana dizilirdi. Ooooof ooofff.... Odanın içine dolan yeni bir mis kokusu daha... Kızaran ekmek kokusu... El yakacak derecede ısınan ekmekler derhal alınarak, üzerlerine halis tereyağı sürülür, daha saniyesinde kızarmış ekmek dilimi, bu yağı eriterek içine çeker, iki muazzam ta'am birbirleriyle adeta halvet olurlardı.

Sabah saat sekize doğru (hava açık da olsa, yağmurlu veya karlı da olsa), sokağımızın gezici gazetecisinin sesi duyulurdu derinlerden... Mahallenin saf tipli bir delikanlısı, koltuğunun altına sıkıştırdığı muhtelif gazeteleri bağıra-çağıra anons ederdi: “Gaaaasteeeee... Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Günaydın, Hayat, Ses...” Bu gazete ve dergi isimlerini öyle hızlı ve sıralarını sektirmeden söylerdi ki, ağzından bir çırpıda çıkardı kocca cümle... Hevesle taklit etmeye çalışırdım O'nu ama, daha üçüncü gazete isminde karıştırır, çuvallardım... Hemen sokak tarafına bakan ön pencere açılır, babam ucuna ip bağlanmış olan sepetin içine bozuk paralar koyarak aşağıya sarkıtır “Bilmem kim... (Şimdi bu gazeteci delikanlının ismini unuttum, zaten yıllar evvel rahmetli olduğunu işitmiştik) Bi Hürriyet, bi de Günaydın...” derdi. Pazar günleri validem, bu iki gazeteye ek olarak bir de Hayat Mecmuası almasını talep ederdi babamdan. Sözkonusu sipariş de gazetelere eklenir, sepete konulur ve yukarı çekilirdi.

Pazar günleri Hürriyet Gazetesi, “Fatoş” ve “Güngörmüşler”in 3’er banttan oluşan renkli baskı, büyük maceralarını verirdi. Hafta içi günlerde ise herbiri birer bant olur, ama yanlarına bir de “Bizimkiler” ve “Dedektif Nick” eklenirdi. İlk evvelâ Hürriyet’in ekini elime alır, bir çırpıda bunları okur ve bizimkilere uzatarak, kaldığım yerden kahvaltıma devam ederdim.

Kahvaltı sofrasında babam hemen gazetelere dalar, bizimkiler kendi aralarında sohbet ederler, ben de radyodan sabah aranjmanlarını dinlerdim (Hafif müziğin ismi "aranjman"dı o senelerde çünkü ) Ajda Pekkan’ların, Seyyal Taner’lerin, Rana Alagözler'in, Ersan Erdura'ların, Beyaz Kelebekler'in, Dario Moreno'ların, Banu’ların, Berkant’ların, Ömür Göksel’lerin... revaçta olduğu seneler...

Kahvaltı bitince, odaya sinen muhtelif gıda kokularını gidermesi için, önce sobanın üstündeki ekmek kırıntıları minik bir el süpürgesiyle karton bir kutuya süpürülür (kutuyu bile hatırlıyorum, “Ali Muhiddin Hacıbekir"den alınan badem ezmesinin, boşalan ama çöpe atılmayan kartondan kutusuydu. Yalnızca üstündeki kapak kısmı kopartılmıştı, ama kenarlarında Hacı Bekir’in kırmızı renkli o alacalı arması yerliyerinde durmaktaydı), sonra da temizlenen sobanın yüzeyine, kahvaltıda kullanılan limon kabukları, kalın kısımları dışa bakacak şekilde dizilirdi. Birkaç dakika içinde, hakikaten de odanın atmosferi değişir, içerisi missssler gibi limon kokmaya başlardı. Bu kabuklar sobanın üzerinde uzun bir süre durduktan sonra kururlar, sularını kaybettikleri için sertleşip kendi içlerine doğru büzülürlerdi. Hepsi toplanarak bir torbaya doldurulur ve ertesi sabahki soba yakma faaliyeti için hazır cephane görevi görürlerdi.

Böylesine tasarruf yapılan senelerden geçip de, sadece bir düğmesi çevrilerek sonuna kadar açılan “doğalgaz kombi”li günlere geldik. Tasarruf mu? 1960’larda, 70’lerde kalan komik bir teşebbüs... Gazlıbez ve kurumuş limon kabuklarıyla soba tutuşturmak mı? Bu, daha da komik... Basarsın düğmeye, oda yirmibeş saniyede sıcacık olur işte... Tasarruf, bizim kuşakla birlikte sona erdi. Bizden sonrakiler ise bunun hakkında; üç heceli ve sekiz harfli Arapça/Farsça bir kelime olmasının dışında ekstradan herhangi bir bilgiye sahip değiller... Doğalgaz kaloriferleri üzerinde (keşke imkân olaydı da), hiç değilse ekmek kızartılaydı, sıra sıra limonlar dizileydi bari... Bizim yeni yetme çocuklar da görür, bilirlerdi bu keyfi...

İbrahim Akın KURTOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder