20 Aralık 2011 Salı

Ayakkabımın Tekine Malolan Bir “Hisar” Seyahati

Çocukluk yıllarımda Hisar’da rahmetli büyükteyzemler otururdu. Belirli aralıklarla onları ziyarete gitmek, aile efrâdımız tarafından adeta bir ritüel havasında gerçekleşirdi. Önceleri halk otobüsleriyle kan-ter içinde gerçekleşen oldukça meşakkatli ve bunaltıcı bir seyahatle Boğaz'a gitmenin zorluğundan sonra, bizimkilerin vapur yolunu keşfetmeleriyle birlikte Hisar’a tenezzühlerimiz sıklaşmıştı.

Vapurda tüketilmek üzere, evden çıkmadan evvel mutlaka küçük bir torba ölçeğinde nevale hazırlanırdı. Artık, Allah ne verdiyse... Ekmek, kaşarpeyniri, zeytin, domates, salatalık... Gerçi, bu azıklar karın doyuracak ölçüde değil de, daha çok açlık bastıracak miktarda hazırlanırdı. E, adı üstünde; Büyükteyzelere gidiliyor. Orada da izzet-ikram olacak. Hem de yamaçtaki evlerinin Boğaz’a nâzır geniş balkonunda kurulacak olan, halen gözümün önüne geliveren o ince uzun tahta sofrada... Mide kazınmasını önleyecek derecede hazırlanmaları yeterli...

Eğer vapurun hareketine yeterli miktarda zaman varsa, Fatih’ten geçen bir Beşiktaş troleybüsüne, yok eğer vakit daraldıysa, on dakika içinde sizi Zeyrek üzerinden Karaköy’e atıveren kenarı sarı-siyah damalı dolmuşlara binilir, nihayetinde bir şekilde 13:05 Kavak postasına yetişilirdi.


Öğlenleri Köprü’den hareket eden Boğaz azimet seferi, yaklaşık birbuçuk saatlik eğlenceli (bilhassa benim gözümde) bir yolculukla bize İstanbul’u denizden seyretmenin ayrıcalığını yaşatırdı. Daha evvel de bahsettiğim gibi, yolboyunca hemen hemen her iskeleye bağlandığında vapurun üst arka güvertesinden denize balıklama atlayan oralı gençlerin, kenarda oturanların üzerine külliyetli miktarda deniz suyunu sıçratarak millete periyodik ve mecburi deniz banyosu yaptırması salvoları, bu ani baskına daha evvelden hazırlıklı şekilde gardlarını alarak ustaca geriye çekilen bizimkilerin kanıksanmış manevraları sayesinde en az hasarla (!) atlatılırdı.



Yolboyunca vapurun içinde oradan oraya hiç durmadan gezinen, bembeyaz ceketli ve pantolonlu garsonun elindeki tepsisine tepeleme halde istiflenmiş sucuklu tostların en altta olanı özenle çekilerek (çünkü en altta bulunanın her dâim en sıcak halde beklediği ve tozdan-kirden en az etkilenmiş olduğu bizimkilerce kabul edilirdi) elime tutuşturulur, ben de buna mukabil tadına doyum olmayan ılık sandviçi kenarından gıdım gıdım ısırarak tamamlardım. Bu sayede neredeyse Ortaköy’den Kandilli’ye, Vâniköy’e kadar bu tadı damaklarımda hisseder, bundan da pek keyif alırdım. Tost ziyafeti, Hisar yolculuklarına mahsus bana tanınan bir ayrıcalık, yolda uslu oturmam mukabilinde ödül niyetine bana sunulan özel istihkakımdı.

Vapur iskeleye yanaşırken, kenarda boyluboyunca uzanan demirlere dayadığım ayaklarımı muhakkak geri çekmemi isterdi bizimkiler. Çekmemekte ısrar edersem, çocuğun birinin vakt-i zamânında ayaklarını korumadığı için, vapurla iskelenin kenarlarına raptedilmiş olan eski lâstikler arasına sıkışarak koptuğunu, benim de haylazlık yapmaya devam etmem durumunda, hayatımın geri kalan kısmını ayaksız ve pabuç özürlü bir çocuk olarak geçirebileceğim şeklindeki hafif yollu sert uyarılar ve göz korkutmalar neticesinde, mecbur kalarak istenileni yapmamla birlikte küçük çaplı bu kriz de böylece atlatılırdı. Halbuki yanıbaşımızda oturan büyükler ayaklarını çekmezlerdi ve hiçbirinin de ne ayağına ne de bacağına birşey olduğuna şahit olmadım. Ama, emir büyük yerden geliyor işte...

Vapur iskeleye yanaşma manevrası yaparken, çeşitli boy ve çaplardaki bu gariban eski araba lâstikleri şekilden şekle girer, eğrilir-büğrülürler, ilk hallerindeki hacim ve görüntülerini kaybederek hepsi birer tost misâli sıkışıp, iyiden iyiye deforme olurlardı. Vapur kalkarken de tam tersi yaşanır, halatlar çözüldükten sonra, geminin kenarının bunlara uyguladığı şiddetli baskı sona erer, herbiri “Plofff” sesleri eşliğinde elâstik ve artistik bir hareketle ilk hallerine geri dönerlerdi. Vâkıa, beş dakika öncesine göre şekilleri biraz daha eğrilmiş, yıpranmış ve muhtelif yerlerinden biraz daha yırtılmış bir halde...

Bu mânialar, artık hangi araçlardan ve ne şekilde temin edildilerse; küçük bir Skoda kamyonet tekerleğinden, devâsâ boyutlu bir traktör lâstiğine kadar çeşit çeşittiler. Herbir iskelenin ön cidârı, adeta Talimhane’deki bir oto yedek parça dükkânının vitrininde rastlanacak ölçüde çeşitli kauçuk emtiayla örülüydü... Sürtünme anlarında, traktörlerden sökülen türleri vapurun o külliyetli baskısıyla kalın, tok ve böğürtüyü andıran bir ses çıkarırlarken, küçük ve narin olanlarıysa; kuyruğunu araba çiğneyen bir kedinin canhıraş çığlıklarına benzer cayırtılar misâli, iç gıcıklayıcı bir tonda haykırırlardı.

Camları zangır zangır titreyerek bir sonraki iskeleye doğru rotasını çeviren vapurumuzun düdüğü de kendine has olurdu. Yolda ara ara tiz bir sesle istim salan kaptanın, içimden sık sık düdük öttürmesini ister, önümüze aniden bir mavna ya da bir kayık çıkmasını umutla beklerdim (Çocuk aklı ve hainliği işte... Sırf düdük sesi duyma uğruna, küçük çaplı bir kaza yaşanmasının dahi umursamazca istenebileceği dönemler).

Sahilin ilerisinde, pembeyle karışık masmavi erguvanların arasından Rumelihisarı’nın heybetli burçları görünmeye başlayınca bizimkiler hafif yollu toparlanmaya başlar, milletten izin isteye isteye sürme iskelenin verileceği çıkış yerine doğru hareketlenirdik. Hisar’ın ahşap ve hafiften deforme olmuş iskelesine ustaca bağlamasıyla birlikte de, biran evvel vapuru terketmek için acele bir koşuşturma içine girerdik. Çünkü maazallah bir şekilde inemez isek, bir sonraki uğrak genellikle Boğaz’ın karşı sahilindeki Anadoluhisarı (Güzelhisar) olur ve buradan tekrardan başka bir vapura binerek karşıya geçmemiz icabederdi.



Yine böyle bir hengâmede aceleyle iskeleye çıkmaya çabalarken, yolcu kalabalığının hareketliliğinden ve bizimkilerin gereksiz telâşesinden, kayışı gevşeyen sandaletlerimden birini, sürme iskelenin üzerinden koşturmaya çabalarken kazayla suya düşürmüş ve validemin korkusundan denize düşen ayakkabımı, ancak iskele binasının yolcu çıkış kapısında söylemek durumunda kalmıştım. Sonuç: sinirli sinirli söylenerek Hisar’ın mozaik parke döşeli daracık yokuşlarından en dik olanını çıkmakta olan ebeveynler ve ayağında kalan tek ayakkabısıyla topallayarak bayırı tırmanmaya çalışan 6-7 yaşlarında ağlamaklı bir çocuk (Ben yani)...

Şimdi bile, ne vakit “Hisar” iskelesinin adı zikredilse, otuzbeş küsur sene evvel orada denize düşürdüğüm ayakkabımın teki aklıma gelir hep... Gerçi, artık çocukluğumuzun o emsalsiz İstanbul’u hayal olmuş, kaybolmuş gitmiş, vakt-i zamânında Hisar’ın hareketli sularında otuziki numara küçük bir çocuk ayakkabısı zâyi olmuş, ne yazar...

İbrahim Akın KURTOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder