20 Aralık 2011 Salı

Barbaros İskelesi Civarlarında Bir Gezinti ve Çay Bahçesinde Mola

1970'lerde bazen gündüzleri Barbaros Parkı'na giderdik. Yani Beşiktaş'a ailecek "teferrüc"... Şimdi düşünülünce ne kadar da komik geliyor insana...

Barbaros Hayreddin Paşa vapur iskelesinin sağındaki alan, o yıllarda çay bahçesi idi. Adı da yanlış hatırlamıyorsam; "Barbaros Aile Çay Bahçesi" idi. Derme-çatma tahta iskemle ve masalardan müteşekkil, oldukça salaş bir yerdi. Her masanın üzerinde bir de "Fruko", "Tamek", "Ankara", "Olimpos", "Fay" yazılı, şemsiye şeklinde tenteleri vardı. İskemleleri rengârenk boyalıydı. Bahçenin üzeri de, çınar ağaçlarının yapraklarıyla yoğun bir şekilde örtülüydü.

Aileler için öndeki masalar boş tutulurdu. Tek gelen erkekler ya da bekâr gruplar zaten kendiliklerinden arkalardaki, cadde tarafındaki masaları seçerlerdi. Her zaman için denize yakın bir masa bulabilmeniz mümkündü. Yerlere çakıl taşı seriliydi. Muhtemelen denizden çekerek zemine yaymışlardı bahçenin sahipleri... Neredeyse çakıl taşlarının adedi kadar da gazoz kapağı mevcuttu yerlerde. Aileleriyle birlikte gelen bütün çocukların gözleri yerlerde olurdu ve bulabildikleri kadar çok gazoz kapağını kısa pantolonlarının ceplerine doldururlardı.

O yıllarda erkek çocuklarına yaz günleri kısa pantolon giydirirlerdi, ama bunlar, çoğunlukla evde dikilen ve aynı renkte kumaştan mamul bir çift askısı olan pantolonlardı. Tiril tiril... Genellikle karbeyaz renkte ve arka cepsiz olurlardı. Arka kesiminden çaprazlamasına gelen bu askılar, omuzların üstlerinden aşırtılarak, ön tarafta birbirlerine paralel olarak inerler, yeniden pantolonun belinde bir çift düğmeyle sonlanırlardı. Bu düğmeler sık sık kopar ya da kolaylıkla iliklerinden çıkarlardı. Koşuşturmakta olan çocukların arkalarında kuyruk gibi sallanırlardı. Birinin çıkması pek o kadar önemli değildi ama, ikisi birden çıktığı vakit, bilhassa zayıf çocukların pantolonlarının belinden aşağıya kayarak, aniden vücutlarını terketmelerine sebebiyet verirlerdi. Çocuk utana-sıkıla belini tutarak annesinin yanına koşar ve düğmesini iliklettirerek, yine oyununa kaldığı yerden devam ederdi.


"7" numarayla işaretlenen geniş alanda bulunan Barbaros çay bahçesi

Yerden gazoz kapak toplama seansı sona erip de yeni meşgaleler aranmaya başlandı mı, bu sefer de masalarda içilerek boşalan gazoz şişelerinde kalan kâğıt kamışlar (o senelerde pipet lâfı bilinmemekteydi) toplanarak düzleştirilir ve birbiri ardına eklenerek, minik bir rulo haline getirilirdi (artık ne işe yarayacaklarsa ). Bu girişimler, çok geçmeden ebeveynlerin müdahalesine sebep olur ve derhal o kamışların çöpe atılması yönünde baskılar başlardı. Bu baskı ve; "Kimbilir kimin ağzı değmiş bunlara, nezleli mi veremli mi?... Çöpçü müsün sen çocuk?" azarlamalarıyla desteklenen yıldırma politikası, çocukların bu kamışları, mecburen istemeye istemeye en yakın çöp tenekesine atmalarını sağlardı (Sanki, o yıllarda çöpçüler işlerini güçlerini bırakıp da, veremlilerin tükettikleri gazozlardan artakalan pipetleri toplamaktan sorumlularmış gibi bir hava eserdi kısa süreli).

"Gazoz içme kamışı biriktirme koleksiyonu" (!) girişimleri de başarısızlıkla sona erdikten sonra, iskeleye yanaşan vapurların seyrine koyulunurdu bir süre... Üsküdar ve Boğaziçi istikametinden gelip-giden türlü çeşit şehirhattı vapuru, yaz öğlenlerinin hafif esintisi eşliğinde burnunuza iyot ve yosun solutan o nefis atmosfere nazire yaparcasına fona girerek, gözlerinize bayram ettirirdi. O yılların vapurları uzun bacalı, eski Şirket-i Hayriye'den kalan vapurlar olduğu için, iskeleye yanaşma ve kalkışları da enteresan olurdu. Kömürlü vapurların istim atmasını müteakiben havayı yoğun kara bir duman kaplardı. Nazik hanımlar mendilleriyle burunlarını kapatırlardı hemen... Benimse çok hoşuma giderdi bacadan salınan bu kesif is kokusu... Hele ki genzinizi yakan o doyumsuz yosun kokusuyla karıştığında, farklı bir İstanbul’u soluduğunuzu anlardınız. Vapur, etrafa saldığı bu dumana karşı özür dilercesine keskin ve davûdî bir düdük öttürüp, burnunu açığa doğru çevirerek iskeleden ayrılırdı. Arkasında bol bol beyaz köpük bırakarak...

Validem bu beyaz köpüklerin, o sırada “çamaşır yıkayan balıklar”dan kaynaklandığını söylerdi hep. İnanırdım ben de... (Balıklarda çamaşır yıkama kültürünün olmadığını ise neden sonra öğrendim )
Kısa süre geçmeden yeni bir vapur iskeleye yanaşırdı. Kimi zaman biri ayrılmadan diğeri gelir, vakitten kazanmak için ilkinin üzerine yanaşarak bağlardı. Bu sayının nadiren üçe çıktığı da olurdu. Bu durumda, en dıştaki vapurun yolcuları, vapurlardan birbirlerine uzatılan tahta ve korkuluksuz eğreti iskelelerden atlaya atlaya çıkarlardı. Bu vapurlar, herhangi bir kazaya neden olmamak için halatla da birbirlerine bağlanırlardı.

İskeleden ara ara kampana sesleri gelir, yolcuların uğultusu bu telâşeli çan tıngırtılarına karışırdı. Kimi zaman da iskele görevlilerinin hergün bağırmaktan artık çatlamış sesleriyle; "Aktarmalar Yeniköy'deeen..." ya da "Üsküdar'a uğramaz. Direkt Kuzguncuk-Çengelköööy..." veyahut da "Vaniköy'de 10 dakika bekleeer..." şeklindeki nidâlarını işitirdiniz.

Çay bahçesinin önünde, şimdiki gibi beton rıhtım yoktu. Zemin yavaş yavaş aşağıya doğru meyleder ve kumsalla kavuşurdu. Buraya sıra sıra sandallar çekili olurdu. Kimi düz, kimi ise ters çevrilerek, üzerlerine yeşil ya da mavi bezden kalın brandalar gerilirdi. Bunların çekildikleri kumsalın üzerine tahtadan yağlı yataklar yapılmıştı. Kayıklar, bu tahtaların üzerlerinde yerden biraz yüksekte dururlardı. Bu sandalları sallayarak muvazenelerini bozmaya çalışırdık. Ama göründükleri gibi eften-püften olmadıkları için, yerlerinden milim bile kımıldamazlardı.

Sandalların arasından, yerden toplanan çakıl taşları denize fırlatılırdı. Denizi taşla doldurma girişimi çocukları giderek kesmez olur, oyun bir kademe ağırlaştırılır ve bu kez, herkesin kaldırabileceği kadar iri taş parçaları bulunup birbirleri peşisıra denize atılırdı. Bunlar suya; “Blobb... Blobb!...” sesleriyle gömülürlerdi. Kimi aileler, masalardan çocuklara sataşırlardı: “Yapmayın çocuklar.. Deniz taşacak az sonra...” Hakikaten de taşar mıydı acaba, çok miktarda taş atsaydık denize? Bu söz, çocukları daha da bir ateşlendirir ve bulabildikleri her türlü cismi denize doğru fırlatma çalışmaları başlardı (İtiraf edelim, boğazın çer-çöple dolarak kirlenmesinin ilk müsebbibleri bizim kuşaktır).

Akşama doğru, güneş batmaya yüz tuttuğu için tenteler garsonlar tarafından kapatılarak, alt kısımlarından bir ip marifetiyle çepeçevre sarılıp düğümlenirlerdi. Rüzgârda yeniden açılmasınlar diye herhalde... Hava kararınca, bahçenin üzerine çaprazlamasına gerili kablolara iliştirilmiş yeşil, mavi, kırmızı, sarı türlü renkte floresanlar yakılırdı. O yıllarda, şimdiki gibi gündüz-gece fiyat tarifesi farkı yoktu. Gündüz çayı-kahveyi-gazozu kaça içiyorsanız, akşam da dilediğinizi aynı fiyata içebilmekteydiniz. Çay bahçesinde denize karşı bol miktarda likit tüketildikten sonra, artık gitme vakti gelir, aileler yavaştan toparlanır ve geri dönüşe geçerlerdi. Biz de, bulvarın karşı tarafında, Sinanpaşa Camii’nin önündeki otobüs başduraklarına kadar yürür ve oradan “34” numaralı Edirnekapı troleybüsüne binerek Fatih’e doğru yola koyulurduk. Aklım, çay bahçesindeki renkli gazoz kapaklarında kalarak...

Beşiktaş İskele meydanı artık tarih oldu. Yerinde dolmuş ve otobüs durakları ile asfalt bir zemin var günümüzde... Sahil de kumsal değil artık. Betonlarla yükseltildi... Zaten havası da eskisi gibi iyot kokmuyor. Ya da bizim burnumuz o eski koku alma yetisini kaybetti... Kimbilir?!...  

İbrahim Akın KURTOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder