20 Aralık 2011 Salı

Barbaros İskelesi Civarlarında Bir Gezinti ve Çay Bahçesinde Mola

1970'lerde bazen gündüzleri Barbaros Parkı'na giderdik. Yani Beşiktaş'a ailecek "teferrüc"... Şimdi düşünülünce ne kadar da komik geliyor insana...

Barbaros Hayreddin Paşa vapur iskelesinin sağındaki alan, o yıllarda çay bahçesi idi. Adı da yanlış hatırlamıyorsam; "Barbaros Aile Çay Bahçesi" idi. Derme-çatma tahta iskemle ve masalardan müteşekkil, oldukça salaş bir yerdi. Her masanın üzerinde bir de "Fruko", "Tamek", "Ankara", "Olimpos", "Fay" yazılı, şemsiye şeklinde tenteleri vardı. İskemleleri rengârenk boyalıydı. Bahçenin üzeri de, çınar ağaçlarının yapraklarıyla yoğun bir şekilde örtülüydü.

Aileler için öndeki masalar boş tutulurdu. Tek gelen erkekler ya da bekâr gruplar zaten kendiliklerinden arkalardaki, cadde tarafındaki masaları seçerlerdi. Her zaman için denize yakın bir masa bulabilmeniz mümkündü. Yerlere çakıl taşı seriliydi. Muhtemelen denizden çekerek zemine yaymışlardı bahçenin sahipleri... Neredeyse çakıl taşlarının adedi kadar da gazoz kapağı mevcuttu yerlerde. Aileleriyle birlikte gelen bütün çocukların gözleri yerlerde olurdu ve bulabildikleri kadar çok gazoz kapağını kısa pantolonlarının ceplerine doldururlardı.

O yıllarda erkek çocuklarına yaz günleri kısa pantolon giydirirlerdi, ama bunlar, çoğunlukla evde dikilen ve aynı renkte kumaştan mamul bir çift askısı olan pantolonlardı. Tiril tiril... Genellikle karbeyaz renkte ve arka cepsiz olurlardı. Arka kesiminden çaprazlamasına gelen bu askılar, omuzların üstlerinden aşırtılarak, ön tarafta birbirlerine paralel olarak inerler, yeniden pantolonun belinde bir çift düğmeyle sonlanırlardı. Bu düğmeler sık sık kopar ya da kolaylıkla iliklerinden çıkarlardı. Koşuşturmakta olan çocukların arkalarında kuyruk gibi sallanırlardı. Birinin çıkması pek o kadar önemli değildi ama, ikisi birden çıktığı vakit, bilhassa zayıf çocukların pantolonlarının belinden aşağıya kayarak, aniden vücutlarını terketmelerine sebebiyet verirlerdi. Çocuk utana-sıkıla belini tutarak annesinin yanına koşar ve düğmesini iliklettirerek, yine oyununa kaldığı yerden devam ederdi.


"7" numarayla işaretlenen geniş alanda bulunan Barbaros çay bahçesi

Yerden gazoz kapak toplama seansı sona erip de yeni meşgaleler aranmaya başlandı mı, bu sefer de masalarda içilerek boşalan gazoz şişelerinde kalan kâğıt kamışlar (o senelerde pipet lâfı bilinmemekteydi) toplanarak düzleştirilir ve birbiri ardına eklenerek, minik bir rulo haline getirilirdi (artık ne işe yarayacaklarsa ). Bu girişimler, çok geçmeden ebeveynlerin müdahalesine sebep olur ve derhal o kamışların çöpe atılması yönünde baskılar başlardı. Bu baskı ve; "Kimbilir kimin ağzı değmiş bunlara, nezleli mi veremli mi?... Çöpçü müsün sen çocuk?" azarlamalarıyla desteklenen yıldırma politikası, çocukların bu kamışları, mecburen istemeye istemeye en yakın çöp tenekesine atmalarını sağlardı (Sanki, o yıllarda çöpçüler işlerini güçlerini bırakıp da, veremlilerin tükettikleri gazozlardan artakalan pipetleri toplamaktan sorumlularmış gibi bir hava eserdi kısa süreli).

"Gazoz içme kamışı biriktirme koleksiyonu" (!) girişimleri de başarısızlıkla sona erdikten sonra, iskeleye yanaşan vapurların seyrine koyulunurdu bir süre... Üsküdar ve Boğaziçi istikametinden gelip-giden türlü çeşit şehirhattı vapuru, yaz öğlenlerinin hafif esintisi eşliğinde burnunuza iyot ve yosun solutan o nefis atmosfere nazire yaparcasına fona girerek, gözlerinize bayram ettirirdi. O yılların vapurları uzun bacalı, eski Şirket-i Hayriye'den kalan vapurlar olduğu için, iskeleye yanaşma ve kalkışları da enteresan olurdu. Kömürlü vapurların istim atmasını müteakiben havayı yoğun kara bir duman kaplardı. Nazik hanımlar mendilleriyle burunlarını kapatırlardı hemen... Benimse çok hoşuma giderdi bacadan salınan bu kesif is kokusu... Hele ki genzinizi yakan o doyumsuz yosun kokusuyla karıştığında, farklı bir İstanbul’u soluduğunuzu anlardınız. Vapur, etrafa saldığı bu dumana karşı özür dilercesine keskin ve davûdî bir düdük öttürüp, burnunu açığa doğru çevirerek iskeleden ayrılırdı. Arkasında bol bol beyaz köpük bırakarak...

Validem bu beyaz köpüklerin, o sırada “çamaşır yıkayan balıklar”dan kaynaklandığını söylerdi hep. İnanırdım ben de... (Balıklarda çamaşır yıkama kültürünün olmadığını ise neden sonra öğrendim )
Kısa süre geçmeden yeni bir vapur iskeleye yanaşırdı. Kimi zaman biri ayrılmadan diğeri gelir, vakitten kazanmak için ilkinin üzerine yanaşarak bağlardı. Bu sayının nadiren üçe çıktığı da olurdu. Bu durumda, en dıştaki vapurun yolcuları, vapurlardan birbirlerine uzatılan tahta ve korkuluksuz eğreti iskelelerden atlaya atlaya çıkarlardı. Bu vapurlar, herhangi bir kazaya neden olmamak için halatla da birbirlerine bağlanırlardı.

İskeleden ara ara kampana sesleri gelir, yolcuların uğultusu bu telâşeli çan tıngırtılarına karışırdı. Kimi zaman da iskele görevlilerinin hergün bağırmaktan artık çatlamış sesleriyle; "Aktarmalar Yeniköy'deeen..." ya da "Üsküdar'a uğramaz. Direkt Kuzguncuk-Çengelköööy..." veyahut da "Vaniköy'de 10 dakika bekleeer..." şeklindeki nidâlarını işitirdiniz.

Çay bahçesinin önünde, şimdiki gibi beton rıhtım yoktu. Zemin yavaş yavaş aşağıya doğru meyleder ve kumsalla kavuşurdu. Buraya sıra sıra sandallar çekili olurdu. Kimi düz, kimi ise ters çevrilerek, üzerlerine yeşil ya da mavi bezden kalın brandalar gerilirdi. Bunların çekildikleri kumsalın üzerine tahtadan yağlı yataklar yapılmıştı. Kayıklar, bu tahtaların üzerlerinde yerden biraz yüksekte dururlardı. Bu sandalları sallayarak muvazenelerini bozmaya çalışırdık. Ama göründükleri gibi eften-püften olmadıkları için, yerlerinden milim bile kımıldamazlardı.

Sandalların arasından, yerden toplanan çakıl taşları denize fırlatılırdı. Denizi taşla doldurma girişimi çocukları giderek kesmez olur, oyun bir kademe ağırlaştırılır ve bu kez, herkesin kaldırabileceği kadar iri taş parçaları bulunup birbirleri peşisıra denize atılırdı. Bunlar suya; “Blobb... Blobb!...” sesleriyle gömülürlerdi. Kimi aileler, masalardan çocuklara sataşırlardı: “Yapmayın çocuklar.. Deniz taşacak az sonra...” Hakikaten de taşar mıydı acaba, çok miktarda taş atsaydık denize? Bu söz, çocukları daha da bir ateşlendirir ve bulabildikleri her türlü cismi denize doğru fırlatma çalışmaları başlardı (İtiraf edelim, boğazın çer-çöple dolarak kirlenmesinin ilk müsebbibleri bizim kuşaktır).

Akşama doğru, güneş batmaya yüz tuttuğu için tenteler garsonlar tarafından kapatılarak, alt kısımlarından bir ip marifetiyle çepeçevre sarılıp düğümlenirlerdi. Rüzgârda yeniden açılmasınlar diye herhalde... Hava kararınca, bahçenin üzerine çaprazlamasına gerili kablolara iliştirilmiş yeşil, mavi, kırmızı, sarı türlü renkte floresanlar yakılırdı. O yıllarda, şimdiki gibi gündüz-gece fiyat tarifesi farkı yoktu. Gündüz çayı-kahveyi-gazozu kaça içiyorsanız, akşam da dilediğinizi aynı fiyata içebilmekteydiniz. Çay bahçesinde denize karşı bol miktarda likit tüketildikten sonra, artık gitme vakti gelir, aileler yavaştan toparlanır ve geri dönüşe geçerlerdi. Biz de, bulvarın karşı tarafında, Sinanpaşa Camii’nin önündeki otobüs başduraklarına kadar yürür ve oradan “34” numaralı Edirnekapı troleybüsüne binerek Fatih’e doğru yola koyulurduk. Aklım, çay bahçesindeki renkli gazoz kapaklarında kalarak...

Beşiktaş İskele meydanı artık tarih oldu. Yerinde dolmuş ve otobüs durakları ile asfalt bir zemin var günümüzde... Sahil de kumsal değil artık. Betonlarla yükseltildi... Zaten havası da eskisi gibi iyot kokmuyor. Ya da bizim burnumuz o eski koku alma yetisini kaybetti... Kimbilir?!...  

İbrahim Akın KURTOĞLU

Ayakkabımın Tekine Malolan Bir “Hisar” Seyahati

Çocukluk yıllarımda Hisar’da rahmetli büyükteyzemler otururdu. Belirli aralıklarla onları ziyarete gitmek, aile efrâdımız tarafından adeta bir ritüel havasında gerçekleşirdi. Önceleri halk otobüsleriyle kan-ter içinde gerçekleşen oldukça meşakkatli ve bunaltıcı bir seyahatle Boğaz'a gitmenin zorluğundan sonra, bizimkilerin vapur yolunu keşfetmeleriyle birlikte Hisar’a tenezzühlerimiz sıklaşmıştı.

Vapurda tüketilmek üzere, evden çıkmadan evvel mutlaka küçük bir torba ölçeğinde nevale hazırlanırdı. Artık, Allah ne verdiyse... Ekmek, kaşarpeyniri, zeytin, domates, salatalık... Gerçi, bu azıklar karın doyuracak ölçüde değil de, daha çok açlık bastıracak miktarda hazırlanırdı. E, adı üstünde; Büyükteyzelere gidiliyor. Orada da izzet-ikram olacak. Hem de yamaçtaki evlerinin Boğaz’a nâzır geniş balkonunda kurulacak olan, halen gözümün önüne geliveren o ince uzun tahta sofrada... Mide kazınmasını önleyecek derecede hazırlanmaları yeterli...

Eğer vapurun hareketine yeterli miktarda zaman varsa, Fatih’ten geçen bir Beşiktaş troleybüsüne, yok eğer vakit daraldıysa, on dakika içinde sizi Zeyrek üzerinden Karaköy’e atıveren kenarı sarı-siyah damalı dolmuşlara binilir, nihayetinde bir şekilde 13:05 Kavak postasına yetişilirdi.


Öğlenleri Köprü’den hareket eden Boğaz azimet seferi, yaklaşık birbuçuk saatlik eğlenceli (bilhassa benim gözümde) bir yolculukla bize İstanbul’u denizden seyretmenin ayrıcalığını yaşatırdı. Daha evvel de bahsettiğim gibi, yolboyunca hemen hemen her iskeleye bağlandığında vapurun üst arka güvertesinden denize balıklama atlayan oralı gençlerin, kenarda oturanların üzerine külliyetli miktarda deniz suyunu sıçratarak millete periyodik ve mecburi deniz banyosu yaptırması salvoları, bu ani baskına daha evvelden hazırlıklı şekilde gardlarını alarak ustaca geriye çekilen bizimkilerin kanıksanmış manevraları sayesinde en az hasarla (!) atlatılırdı.



Yolboyunca vapurun içinde oradan oraya hiç durmadan gezinen, bembeyaz ceketli ve pantolonlu garsonun elindeki tepsisine tepeleme halde istiflenmiş sucuklu tostların en altta olanı özenle çekilerek (çünkü en altta bulunanın her dâim en sıcak halde beklediği ve tozdan-kirden en az etkilenmiş olduğu bizimkilerce kabul edilirdi) elime tutuşturulur, ben de buna mukabil tadına doyum olmayan ılık sandviçi kenarından gıdım gıdım ısırarak tamamlardım. Bu sayede neredeyse Ortaköy’den Kandilli’ye, Vâniköy’e kadar bu tadı damaklarımda hisseder, bundan da pek keyif alırdım. Tost ziyafeti, Hisar yolculuklarına mahsus bana tanınan bir ayrıcalık, yolda uslu oturmam mukabilinde ödül niyetine bana sunulan özel istihkakımdı.

Vapur iskeleye yanaşırken, kenarda boyluboyunca uzanan demirlere dayadığım ayaklarımı muhakkak geri çekmemi isterdi bizimkiler. Çekmemekte ısrar edersem, çocuğun birinin vakt-i zamânında ayaklarını korumadığı için, vapurla iskelenin kenarlarına raptedilmiş olan eski lâstikler arasına sıkışarak koptuğunu, benim de haylazlık yapmaya devam etmem durumunda, hayatımın geri kalan kısmını ayaksız ve pabuç özürlü bir çocuk olarak geçirebileceğim şeklindeki hafif yollu sert uyarılar ve göz korkutmalar neticesinde, mecbur kalarak istenileni yapmamla birlikte küçük çaplı bu kriz de böylece atlatılırdı. Halbuki yanıbaşımızda oturan büyükler ayaklarını çekmezlerdi ve hiçbirinin de ne ayağına ne de bacağına birşey olduğuna şahit olmadım. Ama, emir büyük yerden geliyor işte...

Vapur iskeleye yanaşma manevrası yaparken, çeşitli boy ve çaplardaki bu gariban eski araba lâstikleri şekilden şekle girer, eğrilir-büğrülürler, ilk hallerindeki hacim ve görüntülerini kaybederek hepsi birer tost misâli sıkışıp, iyiden iyiye deforme olurlardı. Vapur kalkarken de tam tersi yaşanır, halatlar çözüldükten sonra, geminin kenarının bunlara uyguladığı şiddetli baskı sona erer, herbiri “Plofff” sesleri eşliğinde elâstik ve artistik bir hareketle ilk hallerine geri dönerlerdi. Vâkıa, beş dakika öncesine göre şekilleri biraz daha eğrilmiş, yıpranmış ve muhtelif yerlerinden biraz daha yırtılmış bir halde...

Bu mânialar, artık hangi araçlardan ve ne şekilde temin edildilerse; küçük bir Skoda kamyonet tekerleğinden, devâsâ boyutlu bir traktör lâstiğine kadar çeşit çeşittiler. Herbir iskelenin ön cidârı, adeta Talimhane’deki bir oto yedek parça dükkânının vitrininde rastlanacak ölçüde çeşitli kauçuk emtiayla örülüydü... Sürtünme anlarında, traktörlerden sökülen türleri vapurun o külliyetli baskısıyla kalın, tok ve böğürtüyü andıran bir ses çıkarırlarken, küçük ve narin olanlarıysa; kuyruğunu araba çiğneyen bir kedinin canhıraş çığlıklarına benzer cayırtılar misâli, iç gıcıklayıcı bir tonda haykırırlardı.

Camları zangır zangır titreyerek bir sonraki iskeleye doğru rotasını çeviren vapurumuzun düdüğü de kendine has olurdu. Yolda ara ara tiz bir sesle istim salan kaptanın, içimden sık sık düdük öttürmesini ister, önümüze aniden bir mavna ya da bir kayık çıkmasını umutla beklerdim (Çocuk aklı ve hainliği işte... Sırf düdük sesi duyma uğruna, küçük çaplı bir kaza yaşanmasının dahi umursamazca istenebileceği dönemler).

Sahilin ilerisinde, pembeyle karışık masmavi erguvanların arasından Rumelihisarı’nın heybetli burçları görünmeye başlayınca bizimkiler hafif yollu toparlanmaya başlar, milletten izin isteye isteye sürme iskelenin verileceği çıkış yerine doğru hareketlenirdik. Hisar’ın ahşap ve hafiften deforme olmuş iskelesine ustaca bağlamasıyla birlikte de, biran evvel vapuru terketmek için acele bir koşuşturma içine girerdik. Çünkü maazallah bir şekilde inemez isek, bir sonraki uğrak genellikle Boğaz’ın karşı sahilindeki Anadoluhisarı (Güzelhisar) olur ve buradan tekrardan başka bir vapura binerek karşıya geçmemiz icabederdi.



Yine böyle bir hengâmede aceleyle iskeleye çıkmaya çabalarken, yolcu kalabalığının hareketliliğinden ve bizimkilerin gereksiz telâşesinden, kayışı gevşeyen sandaletlerimden birini, sürme iskelenin üzerinden koşturmaya çabalarken kazayla suya düşürmüş ve validemin korkusundan denize düşen ayakkabımı, ancak iskele binasının yolcu çıkış kapısında söylemek durumunda kalmıştım. Sonuç: sinirli sinirli söylenerek Hisar’ın mozaik parke döşeli daracık yokuşlarından en dik olanını çıkmakta olan ebeveynler ve ayağında kalan tek ayakkabısıyla topallayarak bayırı tırmanmaya çalışan 6-7 yaşlarında ağlamaklı bir çocuk (Ben yani)...

Şimdi bile, ne vakit “Hisar” iskelesinin adı zikredilse, otuzbeş küsur sene evvel orada denize düşürdüğüm ayakkabımın teki aklıma gelir hep... Gerçi, artık çocukluğumuzun o emsalsiz İstanbul’u hayal olmuş, kaybolmuş gitmiş, vakt-i zamânında Hisar’ın hareketli sularında otuziki numara küçük bir çocuk ayakkabısı zâyi olmuş, ne yazar...

İbrahim Akın KURTOĞLU

Kartuş Teyp ve Kasetçalarla Taçlanan Günler...

Dünyanın heryerinde olduğu gibi memleketimize de “ses kaydetme kültürü”, ilk defa gramofonlarla girdi. 20. yüzyılın hârikası olarak lanse edilen ve taş plak yuvasıyla, oldukça iri bir şemsiyeyi andıran hoparlör görevi gören aparatıyla, zengin evlerinin salonlarının baş köşelerini süsleyen gramofonlar 1950’lere kadar bu kıymetlerini kaptırmadı, ancak bu tarihlerden itibaren gramofonun yavrusu olarak tâbir edilebilecek olan pikapların üretilmesiyle son derece hızlı bir şekilde gözden düşerek antikacılardaki yerini aldı.

Pikaplar da gramofonlar gibi müzik dinlettiren ev aletleri olma özelliklerini, 1960’larda ortaya çıkan makaralı teyplerle birlikte bir süre boyunca ortak götürdükten sonra, kalıp sabun büyüklüğündeki ve ebadındaki asıl kasetlerin ağababası diyebileceğimiz ilk nesil kasetler piyasaya sürüldü. Bu hantal kasetlerin bir diğer özellikleri mobil olarak da kullanılabilmeleriydi. Eski Plymouth, Dodge, Desoto, Chrysler... taksi ve dolmuşlarla, minibüslerin torpido gözlerinin hemen yanına monte edilen hantal teyplerde, dönemin revaçta olan parçaları eşliğinde İstanbullular kentiçinde seyahat etmenin ayrıcalığını yaşamaya başladılar.

Evlerde ise halen pikap ve teyplerden müzik dinleme geleneği devam etmekteydi. 1970 senesinde bizimkiler de bu rüzgârdan etkilenerek evimize “Siera” marka makaralı bir teyp almaya karar verdiler. Ailecek toplanıp çıkılarak Fatih Fevzipaşa Caddesi'ndeki mağazadan hep birlikte gidilip satın alınan "Siera", hepi-topu birbuçuk kilometrelik yoldan dönüleceği vakit, sarsılmasın diye taksi tutularak binbir ihtimamla sağsalim halde eve getirildi. Rahmetli anneannem şoförün yanına kurularak, bagaja konulmasına kesinlikle ve de şiddetle karşı çıktığı teyp kutusunu bir evlât özeniyle kucağına oturttu, bizleri de arka koltuğa (O günkü halimizi görenler, herhalde karton kutunun içinde 250'şer gramlık külçe altın kalıpları falan taşıdığımızı zannetmiş olmalılar). Şoför, yolda hızlı gitmemesi konusunda uyarıldı, ses kayıt cihazımıza mazallah yolda bir halel gelmesin diye...

Eve girilince vitrinin üzerindeki tahta kasalı emektar radyomuz biraz ileriye itildi ve boşalan yerine Siera teyp konuldu ihtimamla. Daha Peder beyin akşama eve gelmesi bile beklenmeden... Belki de O’na sürpriz olarak mı alınmıştı, hatırlayamıyorum... Teknoloji harikası (!) bu alet, aslında sadece ileri, geri, çal, pause ve kaydet isimlerindeki 5 tuştan ibaretti. Üzerinde yatay konumda yaklaşık 10-12 santim çapında iki plastik makara vardı. Simetrik olarak yerleştirilmiş olan makara yuvalarına bunlar takıldıktan sonra, içindeki kahverengi bantın ucu teybin tam ortasında bulunan ses kristalinden geçirilerek boş makaraya tutturuluyor, sonra da “çal” düğmesine basılınca makarada kayıtlı olan müzik, kristale temas ettikçe ses vermeye, çalmaya başlıyordu.

Dolu makaradaki bant yavaş yavaş boş makaraya aktarılıyor ve sonu gelip bittiğinde de tersyüz edilerek, bu sefer öbür cihetine kaydedilen kısım devreye giriyordu. Ama kartuşları son derece özenle tersyüz etmek gerekliydi. Aksi taktirde bant kopabilirdi. Bu yüzden validem bir makarayı, teyzemse diğer bir makarayı tutarak aynı anda senkron bir ekip çalışması göstererek bu değişimi gerçekleştirmekteydiler.

Ancak o senelerde makaralara kayıtlı hazır müzikler yaygın değildi. Belki de vardı ama çok pahalıydı ve bizimkiler sadece Ajda Pekkan’ın şarkılarının olduğu biri dolu, üçü de boş makara satın almışlardı teyple birlikte... O senelerde Telif Yasası felân yok tabi, elektronik eşya satıcısı da, Ajda Pekkan’ın parçalarından derlediği seçmeleri muhtemelen bir pikaptan kaydetmişti.

Teybe 30 santimden fazla yaklaşmam kesinlikle yasaklanmıştı. Çalarken de, çalmazken kapalı halde dururken de... Aldığımız gün öğlenden akşama kadar Ajda Pekkan’ın 20’şer dakikadan toplam 40 dakikalık ses kayıtları üçer defa dinlendikten sonra bıkıldı. Validem mutfağa bulaşık yıkamaya, anneannemse arka odaya akşam nemâzını edâ etmeye gitti ("Nemâz" derdi rahmetli, onun yaşındaki eski İstanbullu hanımlar hep böyle zikrederlerdi nedense namaz kelimesini).

Cihazın yanındaki teyzem, elinde evirip-çevirip durduğu tek yapraktan ibaret kullanma kılavuzunu okurken aniden birşey keşfettiğini farkederek içeriye seslenip annemi çağırdı. Teybin üzerinde birşeylere bastılar, bir kablonun ucunu teybe, diğer ucunu ise cigara paketi büyüklüğünde ama ondan daha kalın, adeta kabaca bir küp görüntüsündeki plastik bir kutuya taktılar. Ardından da beni bu kutuya doğru konuşturdular. 3-4 yaşında olmamın verdiği saflık ve de salaklıkla aklıma gelenleri birbiri ardına yumurtladıkça da birbirlerine bakıp güldüler.

Sonra yeniden bir düğmeye bastılar ki, teypten; ince sesli, abuk-sabuk bir Türkçe ile konuşmaya çalışan ve arada bir de hançeresinin acemiliğine ve müzik kulağının henüz gelişmemişliğine bakmaksızın, kendini, dönemin meşhur parçası olan “Samanyolu”nu söylemeye zorlayan küçük bir erkek çocuğunun sesi yükseliverdi... Aman Yarabbi!... Yahu bu ses benim sesim...

Meğerse bizimkiler doğal olması için bana haber vermeden sesimi kaydetmişler. Öyle bir planlı programlı kayıt yapmışlar ki, en başta kulağıma bizimkilerin fısıldadığı ve benim yüksek sesle tekrar ettiğim “Bugün 9 Ağustos 1970... Ben bilmemkim... 3 yaşındayım...Eeeüüüeeeee!...” ibaresi (Cümlenin en sonunda sarfedilen hafiften şımarıkça kelimemsi eklenti, 3 yaşındaki bir velet için son derece normal bir cümle bitiriliş şeklidir. O yaştaki bir çocuktan TRT spikeri ciddiyeti bekleyemezsiniz haliyle), hayatımda bir teyp bandına sabitlenen ilk ses kaydımdır. Halen durur, aradan geçen senelere rağmen ısrarla bozulmadı...

Takibeden günlerde, yanıbaşındaki emektar radyomuzda çalan her ama her parçanın bir kopyası da teybimizle beraber gelen 3 boş makarayı doldurdu. Sonra bu makaralara birkaç tanesi daha eklendi. Ardından iş tavsadı, teybin ilk günkü özeninden bir miktar ödünler verildi ve benim de teybe dokunabilmem izni çıktı. Elbette ki, bu özgürlüğümü son raddesine kadar kullanmakta gecikmedim ve neredeyse sabahın sekizinden gecenin onuna kadar teypte kayıtlı parçaları dinlemeye ve dinletmeye başladım...

3-4 yaşındaki bir çocuk için oldukça kolay olan kullanımı yalnızca “çal” ve “dur” düğmelerinden ibaret olduğu için, müzik dinleme ve dinletme konusundaki bu hevesim, bizimkilerin “Yeter artık çocuk, illâllah!...”, “Bak, andolsun ki teybi artık camdan aşağıya fırlatacağım!...” serzenişleriyle kimi zaman kısa süreli kesintilere uğrasa da, yine de fırsatını bulduğum ilk vakitte teybin başında bitmeme engel olamadı.

En çok sevdiğim şey de; dönmekte olan dolu makaranın üzerine parmakla hafifçe bastırılınca, makaraların turlarının yavaşlayarak, o anda çıkarttığı müzik sesini kalınlaştırmasıydı. Bir keresinde parmağım tam makaranın üzerinde olduğu halde valideme suçüstü yakalanmam ve buna mukabil vakit kaybetmeden güzelce dövülmem sonrasında, bu "iş yavaşlatma" eylemine mecburen artık son vermek zorunda kalmıştım... Teybin "on" düğmesine basılınca hemen açılmazdı. Takriben 1 dakika kadar ısınması beklenirdi.

Düğmelerin üzerinde bulunan küçük bir camlı dikdörtgen göstergenin içi önce beyazlaşır, ardından yeşerir ve bu yeşil rengin üzerinde parlak kırmızı incecik bir çizgi, soldan sağa ve de sağdan sola hareket ettikten sonra, tam ortasına gelip dururdu. İşte o vakit teyp çalmaya hazır hale gelmiş demekti.

Bir de bu teybin ahşap-plastik karışımı kasası mükemmel kokardı. Evet... Deli miyimdir neyimdir ama, burnumu teybe dayayıp bu portakallı sakız benzeri güzel kokuyu koklamadan edemezdim ilk açılırken... Aradan neredeyse 40 sene geçti ama, bizim eski teybin üzerine sinmiş olan o nefis koku halen kaybolmadı... Açtıkça koklarım...

Benden fırsat kaldıkça bizimkilerin radyodan çektikleri ses kayıtlarında; Zeki Müren’den, Emel Sayın’a, Erol Deran’dan, Muazzez Abacı’ya, Ajda Pekkan’dan Berkant’a, Yıldırım Gürses’ten Beyaz Kelebekler’e, Barış Manço’dan Mediha Şen’e, Ömür Göksel'den Tanju Okan'a, Hümeyra'dan Cem Karaca'ya kadar türlü çeşit sanatçının aranjman, şarkı ve türküleri ile birlikte, Orhan Boran’ın o meşhur “Yuki”si, hatta ve hatta bazen teybin kayıt düğmesinin durdurulması unutularak farkında olmadan kaydedilen cumartesi öğleden sonra reklâm kuşağının bir kısmı, ondokuz haber ajansının giriş müziği, “Burası 875 nokta dokuz kilohertz... bilmemkaç amperden yayın yapan İstanbul Radyosu, şimdi saz eserlerini dinleyeceksiniz...” benzeri anonslar ve altı kısa bir uzun sinyalden ibaret saatbaşı uyarı anonsu dahi mevcut... Neredeyse 40 sene evvelinin radyo yayınları, teybin manyetik bantları üzerinde vakt-i zamânında yerini almış ve günümüze kadar da bir şekilde gelebilmiş. Artık hafif cızırtılı da olsa...


Teybimiz halen duruyor arka odada. Eskilerin içinde üstüste istiflendiği koca bir kutunun en dibinde... İçinde benim çocukluk seslerimin de bulunduğu geçmişimden, hâtıralarımdan anlık sesleri, rahmetli anneannem ve babamın da dahil olduğu yakınlarımın maalesef artık hayal olan seslerini eski bir ajanda naifliğiyle taşıyarak...

Siz siz olun, evlâtlarınızın seslerini ve fotoğraflarını ve de hareketli görüntülerini kaydedin, üşenmeyin... Günler bir daha geri gelmiyor, giden yıllar gittiğiyle kalıyor. Artık devir teknoloji devri... Şimdinin çocukları, 15 dakikalık bir ses kaydı ve 25-30 tane siyah-beyaz fotoğrafa konu teşkil olunan sınırlı teknolojik dönemlere göre çok daha şanslılar... Yoksa, büyüdükleri vakit sonra hesabını sorarlar sizden, demedi demeyin...

İbrahim Akın KURTOĞLU