Uzun yıllar evvel, Fatih'te (Yavuzselim-Malta arasında) "Madalyon" sineması vardı. Bu, açık (yazlık) bir sinemaydı. Bir tarafı Fevzipaşa Caddesi'ne, diğer tarafı da Malta Çarşısı'na sırt verirdi. Yazları Mayıs ayında sezonu açılır, sonbaharda okulların açılmasıyla kapanırdı. Yıl içinde ortalama dört-beş ay kadar hizmet verirdi. Kışın da açık otopark olarak kullanılırdı.
Genellikle aileler tarafından çok revaçta olup, bilhassa 21:00'deki gösterim hıncahınç dolardı. Hakikaten de şimdilerde, o yıllardaki bu uygulamaları göremeyen jenerasyona yazılı basında sürekli olarak anlatıldığı üzre, tahtadan eğri-büğrü iskemleleri mevcuttu ve bu iskemleler aynı hizada olmaları için, arka ayaklarından uzun ve ince kalaslarla birbirlerine raptedilmişlerdi. Sıranın sol başında ayağını iskemlesine çarpan bir seyircinin bu titreşimi, sıranın diğer ucuna kadar sirayet ederdi. Bu sandalyeler renk renktiler (Tıpkı o yıllarda İstanbul'un muhtelif semtlerinde sıklıkla rastlanan, salaş ama bir o kadar da kafa dinlendiren naif çay bahçelerinde olduğu gibi: Cihangir, Hisar, Salacak, Sarayburnu, Şişhane, Bomonti, Yenikapı, Emirgân, Beşiktaş Barbaros, Göksu...). Kırmızı, mavi, sarı, beyaz, turuncu, yeşil renklerde karışık olarak bahçede sıralanmıştı sandalyeler...
Akşamları evde yemek alelacele yenildikten sonra çabucak yola koyulunur ve 10 dakika mesafedeki sinemaya giden yokuş tırmanılırdı. Sinemada çekirdek fiyatı biraz pahalı olduğundan, yol üzerindeki kuruyemişçiden kabak çekirdeği ve ayçiçeği birbirine karıştırılarak 250 gram kadar alınırdı. Valide hanım sakız leblebisini sevdiği için, rahmetli bebâm ondan da 100 gram kadar alırdı. Giriş kapısı yan sokak tarafındaydı. Burada beton-ahşap karışımı eğreti ve ayaküstü bir gişeden biletler tedarik edilerek, filmin oynatılacağı bahçe tarafına geçilirdi. Oldukça büyük bir duvar bembeyaz badana ile boyanmıştı. Etrafına, çepeçevre renkli ampuller ve floresanlar monte edilmişti. Duvarın altında da uzunlamasına "Dyo", "Güney Sanayi", "Ak-Fil", "Olimpos Gazozu içiniz", "Eti Bisküvileri", "Anadol" gibi rengârenk reklâm panoları asılıydı.
Herkes yerine geçer, sabırsızca badanalı duvara bakarak bir an evvel vaktin gelmesini beklerdi. Bir süre sonra bütün renkli floresanlar söndürülür ve duvara filmin jeneriği aksederdi. Saat akşamın dokuzu olduğu için, filmin ilk on-onbeş dakikası alacakaranlıkta dönerdi. Görüntüler hafif flu olurdu. Saat dokuzbuçuğa yaklaşınca, etrafa gecenin karanlığı artık tamamen çöker, film rengârenk ve net bir şekilde akar olur, seyir güzelleşirdi.
Gösterdikleri filmler de, yerli-yabancı karışık olurdu. Valide hanım yerli filmleri görmek isterken, rahmetli bebâm yabancı filmlere ilgi duyardı. Benim içinse hiç farketmezdi. Yerli-yabancı... Önemli olan film seyredebilmek... Haftasonları ise Cuma ve Cumartesi geceleri iki film ardarda verilir, buna paralel olarak bilet fiyatları da biraz daha artar, gece bitiş saati de yarıma sarkardı.
Antrakt olduğu zaman derinlerden bir gong sesi duyulurdu. Işıklar yeniden yakılırdı. Hemen herkes Malta tarafındaki tuvaletlere koşuştururdu. 10 dakika içinde ifrazat meseleleri halledilir, yeniden salona (daha doğrusu avluya) dönülürdü. O yılların gözde sinema yiyeceği; "Alaska" ve "Frigo" adlı parlak metalik ambalâj kâğıtlarına sarılı tatlılardı. Muhakkak birer tane aldırtırdım. Valide hanım bunlardan almamızı her ne kadar istemese de, yine de allem edip kallem edip bunlardan aldırmanın yolunu bulmak hiç de zor değildi: Kısa süreli bir surat asma ve ağlama triplerine girme... Beşinci dakikanın sonunda elimde Alaska ve Frigo'lardan birer numuneyi tutar halde keyifle sağıma soluma bakınmaya devam ederdim.
Film sırasında çekirdek yemek yasaktı ama, yine de akış esnasındaki kısa süreli sessizlik anlarında, yoğun bir çıtırtı sesi hissedilirdi. Ayrıca film sırasında cıgara içmek de serbesttiDudak üstü çizgi şeklindeki ince bıyıklarıyla aile reislerinin ellerinde tütünleri, onlar da kendilerine göre ânın keyfini çıkartırlardı.
Her filmde muhakkak en az bir-iki defa film kopardı. Daha doğrusu ruloların akışında bir düzensizlik olur ve şeritler boşa sarmaya başlardı. Badanalı sahne duvarına akseden görüntüde önce sesler gider, ardından görüntü kayar, şekiller yan taraftaki apartmanın duvarına doğru meyleder, sonra da film tamamen dururdu. Derhal floresanlar yakılırdı. Film göstericisi, bahçenin en arkasındaki yüksekçe ve briketle çevrili kulübesinde saran ya da kopan filmi telâşla tamir etmeye uğraşır, ama bu gecikme uzadıkça seyirciler (adeta, içten gelen haince bir zevkle ); "Makiniiiisttt!... Seeessss... Uyumaaa!..."nidalarıyla etrafı velveleye verirler, bu seslere sürekli ve yoğun ıslıklamalar karışır, garibim makinistin eli ayağına daha bir dolanırdı. Neden sonra film kaldığı yerden devam etmeye başlar, sesler kesilir, bu durumu seyircilerin bir kısmı alkışla taltif ederlerdi.
Ailelerde yeni serpilen genç kızlar varsa, bunlar genellikle anne-babalarının tam arasına oturtulur, yanlarına yabancı birilerinin oturmasına böylelikle set çekilirdi. Yine de o yılların yırtık delikanlıları ne yapar ederler, bu kızlardan gözlerine kestirdiklerini kaş-göz işaretleriyle antraktta büfenin olduğu tarafa gelmeleri konusunda iknaya çalışırlardı.
Vukubulan bu gizli kapaklı ve üstü örtülü haberleşmeler, göz kırpmalar, ailenin babası tarafından farkedildiğinde ise (-ki, çoğunlukla farkedilirdi) ortam biraz gerilir, kız hafif yollu azarlanır, heyecanlı delikanlıya ise ters bakışlar fırlatılırdı... Ama o yılların gençleri şimdilerde kimi zaman rastladığımız o meşhur arsız-yüzsüz, sonradan kente gelen densiz, terbiyesiz ve cühelâ takımından olmadıkları için mesele uzatılmaz, konu çabucak kapanırdı.
İkinci kısımda hava biraz serinler, yaz günü geceleri olmasına rağmen (o yıllarda İstanbul'da yaz akşamları da nisbeten serin olurdu, şimdiki gibi fırın kapağı açılmış gibi bunaltıcı bir hava hissedilmezdi), kadın ve çocuklar hırkalarını giyerlerdi. Çocukların yarısından fazlası zaten ebeveynlerinin kucakları dibinde ilk uykularına dalarlar, ilk saatteki o yoğun çocuk uğultusu nisbeten hafiflerdi. Ebeveynler daha bir rahat şekilde filmin sonunu takip edebilme şansına sahip olurlardı.
Avluya bakan kısımda; bahçe tarafları, dolayısıyla balkonları dönük olan evlerde de ışıklar söndürülmüş olur ve o konutlarda ikamet edenlerin ailecek balkonlara iskemlelerini atarak, filmi takip ettikleri görülürdü. Her gece her gece aynı filmi seyretmek sıkmıyordu demek ki onları. Öyle ya, televizyon mu var sanki evlerde?... Boş boş oturacaklarına kimbilir kaçıncı kez aynı sahneleri seyrediyor olurlardı. Belki de evlerine gece gelen misafirlerine bu şekilde bir ikram için, aynı filme tekrardan katlanıyorlardı kimi zamanlar...
Film gece 11 civarı sona erip de dışarı çıkılırken, bir sonraki filmin afişlerine kısaca göz atılır ve gidilip gidilmeyeceği konusunda ayaküstü karar alınır, gün belirlenirdi.
1970'lerin İstanbul'unda film seyretmek bile, paralı ve biraz uğraşılarak ulaşılabilinen bir zevkti. Şimdiki jenerasyon, zahmet çekmeden onlarca filmi kumanda düğmesinin marifetiyle odalarının başköşelerine getiriyorlar. Bundan ötürü daha mı şanslılar acaba, yoksa o yıllarda haftada bir-iki defa yaşanılan ve ailecek gerçekleştirilen bu törensel zevkten mahrum kaldıkları için bizlere göre daha mı şanssız sayılırlar? Bilinmez... Şahsen, kendi adıma düşündüğümde ben çok memnunum o günlerde yaz geceleri hep birlikte film seyrettiğimiz için... İyi ki de vakt-i zamanında ailecek bu tarz basit etkinliklerin kenarından-köşesinden faidelenmişiz. Şimdi geriye dönüp de baktığımızda, gönlümüzü titreten güzel anıların oluşmasına vesile olmuşlar...
İbrahim Akın KURTOĞLU
Sobayla ısındığımız senelerde, üzerinde ısıtılan ya da kavrulan bazı yiyecek ve içecek maddeleri şöyle idi: Demlikle çay, kestane ve leblebi, bayat ekmek dilimleri, kahve çekirdeği, sahanda çorba ve birbirleriyle alâkasız muhtelif gıdalar...
Hatta bazen buzdolabının buzluğunda iyice katılaşan kıyma gibi yiyecekler, naylon torbaya konulduktan sonra, kısa bir süre durmak kaydıyla, o sırada sobanın üzerinde bulunan tencere benzeri bir mutfak eşyasının üzerine konulur, o ısıyı alması sağlanır ve geri çekilirdi. Fazla durursa etin menşeinin bozulması riski olduğundan, sadece buzlarının yokolması sağlanırdı. Kavurma işleminin geri kalan kısmı, mutfakta, aygazın üzerinde devam ederdi.
Ama içlerinde en zevklilerinden birisi; leblebi kavurmaktı. Kuruyemişçiden alınan leblebi, sobanın üzerine bir küme oluşturacak şekilde yayılır, sonra da bir tatlı kaşığı yardımıyla yavaş yavaş hareket ettirilerek, sürekli farklı yüzlerinin zemine temas etmesi sağlanırdı. Soba harlıysa, kısa sürede leblebiler çıtır çıtır olurlar, daha fazla dururlarsa kararmaya başlarlardı. Kıvama geldiğine kanaat edilenleri bu tatlı kaşığı yardımıyla alınarak bir kâseye boşaltılır, boşalan yerine yenileri yayılırdı. Hele yanında bir de Vefa Bozası olursa, o leblebinin tadına doyum olmazdı...
Bilhassa sabahları ise, akşamdan kalan bayat ekmekler dizilir, beş dakika içinde hepsi de tereyağını eriterek hazmedecek sıcaklığa ulaşırlardı. Yeme de yanında yat...
Sobanın üzerindeki çaydanlık fazla ısındı mı fokurdamaya başlar, burnundan su damlaları çıkartırdı. Bu damlalar yüzeye düşmesiyle birlikte “cosssss...” sesiyle birlikte buhar olup uçarlardı. Bu durumda, ya çaydanlığın kapağı eğilerek kaynamanın yavaşlaması sağlanır, ya da tamamıyla sobadan kaldırılırdı.
Bizimkiler odada olmadıkları zaman, sobanın üzerine su damlatırdım ve suyun saniyeler içinde buhar olmasını takibederdim. Bu deney giderek hacmini artırır, döktüğüm su miktarı çoğalırdı. Hacimle doğru orantılı olarak, husule gelen “cosss” sesi de artar, uzaktan bile duyulur hale gelir, içerden bizimkilerden birinin yetişerek elimden su bardağını almalarıyla son bulurdu. Şayet çok su dökersem sobanın patlayacağı tekrarlanırdı (O yıllarda da çocukları korkutmanın en kestirme yolu “patlama riski”ni öne sürmekmiş anlaşılan. Her yanlış harekette; ya soba, ya televizyon, ya radyo, ya çamaşır makinası, mutlaka patlama sınırlarında dolaşan, aşırı tehlikeli ev eşyalarıymışçasına korkutulurduk).
Sobanın en sevmediğim tarafı, uzuv yakma özelliğini taşımasıydı. Yanlışlıkla dokunuldu mu kesinlikle affetmezdi. Parmak saniyeler içinde su toplar, cayır cayır yanardı. İlâcı da dişmacunuydu. Sobanın ısısını ölçmek için, önce işaret parmağına hafifçe tükürülür, ardından parmak sobanın yan cephesine kısa süre dokundurulup hemmmen geri çekilirdi. Bu sayede gerçek ısının sağlıklı bir şekilde kontrol edilmesi mümkündü.
Dışarıdan gelindiğinde, bilhassa hava yağmurlu ya da karlı ise, derhal palto ve parkalar, bir iskemle, sırtı sobaya bakar şekilde ters çevrilip üzerine asılırdı. Ne kadar ıslak olursa olsun, bu giyim eşyaları bir süre sonra kupkuru olurlardı. Aynı şekilde sabah dışarıya (işe, okula, alışverişe) çıkmadan evvel de, bir süreliğine aynı yöntem uygulanır, soba başında ısıtılan palto giyilerek dışarıya çıkılırdı. Bu sayede hazırlanan doğal kaloriferiniz, size okula ya da işinize kadar sıcak sıcak eşlik ederdi. Ne yağmur, ne de kar soğuğu etkilemezdi uzun müddet...
Birçok evde soba boruları, hemen baca deliğine ulaşmaz, mümkün mertebe evin içinde dolaştırıldıktan sonra odayı terkederdi. Odanın içinde enteresan bir görüntü oluşurdu ama, fiziksel olarak çok büyük bir faydası vardı. Borular ne kadar çok uzun olursa, o derece fazla ısı yayarlardı. Bu da daha az kömürle daha çok ısı demekti. Bizim evdeki borular ise, odanın ebadının makul boyutlarda olmasından ve de belki de bizimkilerin biraz estetik kaygısından olsa gerek, sobadan çıkmasıyla birlikte yükselir ve kestirmeden bacaya bağlanırdı.
Bacaların birbirlerine eklemlendiği kısımlarının sık sık birbirinden ayrılması riskine karşı bizimkilerin ve yakın çevremizin kullandığı bir çözüm vardı: Bu eklem yerlerine, çikolata veya sigaralardan çıkan barak kâğıtları (parlak metalik kâğıtlar), arkalarındaki normal kâğıt kısmı sıyrıldıktan sonra düzleştirilir ve çepeçevre sarılırlardı. Bu sayede hem bunlar ısıdan tutuşmazlar, hem de kesin yalıtım sağlarlardı. Bazen iyi sarılmadıkları durumlarda, borudan kayarak aşağıya düşerlerdi sadece, o kadar...
Bu baraklar, ayrıca çaydanlıkların ağzını kapatmak için de kullanılırdı. Yani, tıpa görevi görürlerdi. Evimizdeki her çaydanlığın bir barağı mevcuttu. İyice sarılarak hacmi küçültüldükten sonra serçe parmağı şekline getirilir, çaydanlığın ağzına sıkıca takılırdı. Bu şekilde dışarıdan çaydanlığa kir-pas, hatta böcek tarzı haşeratın girmesi engellenirdi. Çay konulacağı zaman buradan çıkartılır, iş bitince de derhal yerine takılırdı. Sobanın üzerine çaydanlık konulduğunda barağı çıkartılarak, kapağının üzerine konulurdu. Yoksa, çok kısa sürede çaydanlığın içindeki suyun/çayın kaynamasına ve kapağın kenarından taşmasına sebep olurdu.
Bazen rahmetli pederim soba üzerinde kahve isterdi. Aygaz ocağındakinden daha yavaş ısınan cezvenin başında hatırı sayılır bir süre beklenmesi gerektiği için, validem bu işe pek yanaşmak istemez, muhakkak bir bahane bularak mutfağa kaçardı. İş başa düşer ve Peder bey, mutfaktan cezveyi, kaşığı ve üzerinde Kurukahveci Mehmet Efendi yazılı içi çekilmiş kahve dolu kavanozu alır, kendi kahvesini yapmaya koyulurdu sobanın başında... Cezveye koyduğu su ve kahveyi, elindeki çay kaşığıyla sabırla karıştırmaya başlardı. Ortalama onbeş dakika süren bu işlem sırasında, başından bir an bile ayrılmamak gerekirdi. Yoksa kahvenin anında taşmasının önüne geçmek imkânsızdı. Yine de hemen her kahve yapışında bir miktar taşırır, sobanın üzeri rezil olurdu. Çünkü, kahve lekesi silinerek çok zor çıkardı. Soba, soğukken, sıkı ve yoğun bir arapsabunu taarruzuyla çıkartılabilmekteydi ama, o senelerde evimizdeki sobalar, kış boyunca hiç sönmezlerdi ki... İlkbahara, kaldırıldıkları güne kadar o kahve lekeleri sobanın üzerinde inatla dururlar, kararmış çehreleriyle bize bakıp bakıp sırıtırlardı. Validem de illet olurdu bunları gördükçe...
O yıllarda, evin her odasında soba yakmak imkânı olmadığı için, yatak odaları buz gibi olurdu. Hele bir de kuzeye karşı ise, yandınız demekti... İstanbullular bunun da bir çaresini bulmuşlardı: “Tuğla”... Aslında, bizde anılan adı tuğla olup, genellikle avuç içinden biraz daha büyük bir mermer parçası idi. Şu işe yarardı: Yatmadan kısa bir süre evvel sobanın üzerine ev ahalisinin yekûnu kadar mermer ya da mermer gibi iki tarafı düzleştirilmiş bir taş parçası konulurdu. Çok kısa zamanda bu mermerler ateş gibi ısınırlardı ve hemen sobanın üzerinden alınarak, bunlar için özel olarak dikilen keselere konulurlardı. Hatta çoğu kesenin ağzı bir de büzgülü idi. İçine mermer parçası konulduktan sonra, kesenin ağzı ipi yardımıyla kapatılırdı.
"Mermerler"i soğumadan herkes yatağına koşar ve yatardı. Kese içindeki taşlar (bizimkiler bazen “taş” da derlerdi), iki bacağınızın arasına sıkıştırılır ve uyuma moduna girilirdi. O buz gibi odada, yorganın altında, bacaklarınızın arasındaki mermer parçası öyle bir ısı verirdi ki, anında gözleriniz kapanır, uykuya dalardınız. Kesesinin ağzının büzgülü ipli olmasının sebebi ise, hemen uykuya dalınırsa, sağa-sola dönüldükçe kesenin içindeki mermerin kayıp dışarı çıkmasının engellemekti. Yoksa bacaklarınızın, veya teninizin yanması işten bile değildi. Kimi zaman bunların kesesi gece vakti kaybolur, ısrarla aranır-taranır ama bulunamazdı. Bu durumda mecbur kalınca bir beze (genellikle eski bir pijamadan kesilen kare şeklinde bir bez parçasına) sarılarak yatılırdı. Ama, her tarafı açık olduğu için sık sık içinden kayan taş, bacaklarınızı yakardı.
Eski İstanbul’da bu taşın yerine “kiremit parçası” veya düzgün şekilli "tuğla” kullanılırmış. Bu yüzden genel adı; “Tuğla” idi. Bu tuğlalar, hastalık durumunda da çok işe yararlardı. Bilhassa karın ağrıması hallerinde, yine sobada bir süre ısıtıldıktan sonra alınır ve koltukta/divanda ya üzerine oturulur, ya da çıplak ayak tabanlarının altına konularak üzerine basılırdı. Tuğla, haliyle çok sıcak olduğu için, tedavi seansının beşinci dakikasından itibaren ayaklara bir de çorap geçirilirdi. Kestirme tarafından mide bozukluğunun, karın ağrısının önüne geçen, çok etkili bir yöntemdi.
Ama, her gece ev halkından en az birisi, bu tuğlasını muhakkak yataktan yere düşürürdü. Uyku halinde sağa-sola dönülürken tuğla, gecenin o sessizliğinde yere "traaak" diye düşer, evdekileri yataklarından zıplatırdı (Muhtemelen, bir alt katta oturanları daha da şiddetli zıplatırdı).
Şimdi düşünüyorum da, ne kadar faydalı eşyalarmış şu sobalar. Yemek pişirmekten, hastalık tedavisine kadar birçok konuda yardımcı olmuşlar bizler seneler senesi... Şimdiki kalorifer petekleri gibi soğuk görünüşlü olmayan, karakterli duruşuyla, estetik şekilleriyle kış boyunca evin bir ferdiymiş gibi, bıkmadan-usanmadan bizlere hizmet için çabalayan bu vefakârlar artık tarih oldu çoğu evde... Sobası olanlar: Aman, kıymetini bilin bu vefakârın... İnsana, bir kaloriferden çok daha fazlasını veriyor.
İbrahim Akın KURTOĞLU
...Derken gün geldi, kömür bulunmamaya başladı... 1970’lerin sonları... Kömür aslında vardı, lâkin karaborsaya düşmüştü ve parası olan dahi zorlukla tedarik edebilmekteydi. Yazın fiyatı nisbeten makul ve stokları yeterli olan kömür, sonbahar girdi mi birden ortadan kaybolur oldu. Odun biraz daha rahat bulunuyordu ama, onun fiyatı da el yakmaktaydı. Neticede, öyle ya da böyle bir şekilde ısınmak gerekmekteydi.
Halk bunun üzerine mecburen başka alternatifler arayışına girdi ve neyse ki gaz sobaları imdada yetişti. Bunlar, kömür sobalarına göre yakılması çok daha kolay, etrafı kirletmeyen, ısı kazancı olarak kömürlü sobalara yakın olan, yakıt tutarı ise kömürle orantılandığında az biraz daha yüksek olmasına rağmen, öyle ya böyle bir şekilde bulunabilen sobalardı. Bele kadar yükselen silindirik gövdesinin arkasında, yarıboyunda, iki ayağı üzerinde yükselen, dikdörtgen sacdan mamul bir yakıt deposu mevcuttu.
Sobanın ön cephesinde mikadan küçük bir penceresi olup, önce kenarındaki ayar vanasından bir miktar gaz ana gövdeye akıtılır, ardından da bu penceresi açılarak içine bir kibrit atılırdı, hepsi bu kadar... Yakıt anında alev alır, “gürrr...gürrr...” sesler çıkararak yanmaya başlardı. Vanası çok açılırsa, sık aralıklarla sobanın arkasından “blobbb...blobbb..” diye sesler gelirdi. Hemen vana yarı ayarına indirilirdi. Bizimkinin markası; “Auer” idi... Kahverenkli bir sobaydı ve orta holümüzün karşı duvarının dibinde, tam ortalanacak şekilde kuruluydu.
Bu sobaların tavan doğru yükselen borularına takılan enteresan bir de aparatları vardı: "Çamaşır asma telleri"... Dairesel kelepçesi, boruya çepeçevre sarılır ve iki ucundaki kilidinden sıkıca tutturulurdu. Kelepçenin üzerine raptedilen, oynar bağlara sahip 6 adet tel soba borusu paralel olarak dururdu. Lâzım geldiklerinde bu tellerin bir ya da birkaçı aşağıdan yukarıya doğru doksan derece kaldırılarak boruyla normal yapacak yatay bir pozisyona getirilerek, altlarındaki minik yuvalarına oturtulurlardı ve üzerlerine küçük boyutta çamaşırlar, elbezleri, mendiller, çoraplar vs. asılırdı. Sobanın ısısıyla bunlar kısa sürede kururlardı.
İşi bitince bu tel tutacaklar yine aşağıya doğru indirilirlerdi, çünkü ev ahalisi yanlış bir hareketle bunlardan birinin gözümüze saplanacağından fevkalâde endişe ederdi. Ve bunların her indirilişlerinde de, o yıllarda bir geyik misali ağızlarda dolaşan; ayağı halıya takılıp da sobanın üzerine düşen bir kadının gözünü bu tellerden birinin çıkardığı, bizimkiler tarafından fondan tekrar tekrar anlatılırdı hep...
Çamaşır asma tellerinin farklı renkleri vardı ve genellikle sobanın renginde seçilmesine özen gösterilirdi. Zaten Auer'ler kahverengi, gri ve siyah olmak üzre galiba üç farklı renkte üretilmekteydiler.
Yakması çok daha rahat olan bu sobanın yakıtını tedarik etmek ise, bu kadar kolay değildi ama maalesef. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi sene 70’lerin sonları. Yani memleketin kaos ortamında olduğu, netâmeli yıllar... Herşey karaborsada; sanayağ, şeker, sigara, tüpgaz... Aklınıza ne gelirse. Haliyle gaz da tabi ki...
Bu enteresan yakıt, hiç akla gelmeyecek bir müessese grubundan; “bakkal”lardan alınırdı. Evet, o yıllarda bakkallarda gaz satılırdı. Hemen her mahalle bakkalının dükkânının bir köşesi gaz deposu olarak düzenlenmiş ve de buraya insan boyundan büyük sacdan bir depo oturtulmuştu. Deponun olabilen en alt kısmında da bir musluk, önünde de küçük hasır bir tabure ve iki adet maşrapayla birlikte büyükçe bir huni...
Ama bakkallarda gaz her zaman bulunmazdı. Dağıtımının olduğu günler ve saatler sınırlıydı. Çoğunlukla akşam karanlığı bastığı saatlerde bakkala gaz geldiği, önüne yanaşan Fuel-Oil tankerinin homurtusundan anlaşılır, herkes camlara üşüşür, gazın aktarılmaya başlandığı anlaşılınca da eline 6 litrelik bidonunu kapan bakkala doğru koşmaya başlardı. Bidonlar 6 litrelikti, çünkü bir müşteriye sadece 6 litre gaz verilirdi. Bakkalın önü kısa sürede ana-baba gününe döner, o iç titretici ıslak sonbahar akşamının soğuğu umursanmaz, upuzun bir kuyruk oluşurdu.
Yetmişli senelerde sonbaharlar soğuk ve yağışlı geçerdi. Şimdilerde olduğu gibi yaz geceleri misâli, kuru ve bunaltıcı havalar olmazdı. Her mevsim, kendi üzerine düşeni lâyıkıyla yerine getirirdi. Kuyrukta gaz sırası bekleyecek olan talihli seçimini ise hiç sevmezdik. Çünkü, sanayağ, şeker ve diğer kuyruklarda olduğu gibi, gaz kuyruğunda da öncelik nedense evin en küçüğüne düşerdi. Bu talihsiz piyangodan kaçmak için o gece çok fazla miktarda ödevin olduğu, muhakkak ertesi sabaha yetiştirilmesi gerektiği, evin bir başka ferdinin kuyruğa girmesi yönündeki umutsuz karşı çıkışlar ve surat asmalar, ebeveynler tarafından hiçbir şekilde kabul görmez, çaresiz, elinizde mavi renkli altı litrelik bidon, yola koyulurdunuz.
Ne kadar acele de etseniz de, önünüzde hatırı sayılır bir kalabalık birikmiş halde bulurdunuz bakkalın köşesini... Fargo marka kırmızı akaryakıt tankeri, “garrr...gar...gar...” çalışır, işi bitince de simsiyah hortumlarını toplar ve bir diğer bakkala aktarma yapmak için oradan ayrılırdı. Kuyrukta bir hareketlenme olur, millet farkettirmeden iki-üç sıra olsun öne geçebilmenin çarelerini arardı. Bir an evvel eve dönme telâşesi ağır basardı, çünkü sürekli ve inceden yağan yağmur, saçlarınızdan süzülerek içinize akardı yavaş yavaş...
Herşey bir yana, akşam da siyah-beyaz televizyonda ya bir Türk filmi yayınlanacak, ya da Dallas’ın en önemli bölümlerinden biri seyredilecek olurdu. Gözler kol saatinde, montların veya ceketlerin yakaları biraz daha kaldırılır, balıkçı yaka kazakların yakaları dudakları örtecek şekilde yukarı çekilirdi. Böylece alıp verdiğiniz nefesiniz, kazağın içinde, vücudunuzdan yayılan ısıyla birleşerek bir devridâim yapardı. Ve nedense her kuyrukta çişim gelirdi benim... Bırakıp eve gitseniz gidemezsiniz, bu şekilde beklemeye devam etseniz, bu sefer de istenmeyen şeyler olabilir. O yaştaki yeniyetme bir çocuk için çok zor bir karar anı... Ne olursa olsun kuyrukta beklenmesi gerektiği kendi kendine telkin edilerek, bu sıkıntının unutulup bertaraf edilmesine çalışılırdı...
Her kuyrukta ufak çaplı birkaç kavga da yaşanırdı. O yıllarda da mahallelerde çekişmeler, tartışmalar olurdu. Ama bunlar, günümüzdeki gibi saçsaça-başbaşa, ya da can yakacak şekilde değil; sadece münakaşa seviyesinde vukubulur, birkaç atışmadan sonra ortam duruluverirdi kendiliğinden...
O senelerde akaryakıt sıkıntı öyle had safhadaydı ki, şehirdeki bütün naylon eşya üreticilerinin bu işe kanalize olduklarını, farklı tip, boy ve renklerdeki bidonlardan anlardınız. Herkesin elindeki bidonu farklı renkte ve şekillerdeydi çünkü.
Bazen de bakkal elindeki bu geçici emsalsiz kudretin vermiş olduğu rahatlık ve sadizm duygusuyla nazlanır, gazın onbeş dakika sonra dağıtılmaya başlanacağını kendini beğenmiş bir ses tonuyla kuyruğa doğru dönerek seslenir, millet homurdanır, kızar ama fazla da ses edemezdi. Çünkü herkes, o geceki ve ertesi günkü ısınma malzemesinin tedarik edilebilme şansının, bakkalın iki dudağı arasında olduğunu bilirdi.
Böyle bir haince erteleme sözkonusu olduğunda, çoğunluk bidonlarını arka arkaya dizer ve bir süreliğine kuyruktan ayrılırdı. Hemen herkesin bidonu farklı olduğundan, karışma diye bir şey sözkonusu değildi. Validem, her ihtimale karşı mavi renkli plâstik bidonumuzun kulbunun üzerine bir de kırmızı renkli ambalaj ipliği sarmıştı. Hani, iki mavi renkli bidon arka arkaya gelirse, birbirlerine karışmasınlar diye... Ben yine de kuyruktan ayrılmazdım, aslanlar gibi bidonumu ve de sıramı müdafaa ederdim.
Kimi uyanıklar, önlerindeki sahipsiz bidonu alarak, yerine kendi bidonlarını koyarlar, onu da bir sıra geriye iterlerdi. Sahibi görmedikten sonra sorun değildi ama, gördüğü vakit de yeni bir ağız dalaşı vukubulurdu. Bilhassa, mantolarını giymek yerine omuzlarının üzerine alan, başını eğretiden bir dantelli yemeniyle bağlayan ve nedense muhakkak topuklu ayakkabılarının arkasına basarak dolaşan kimi ortayaşlı ve çıtak kadınlar, yellozluğun olabilen her safhasını icra ederler, birbirlerinin ağızlarını “caaarrrttt...” sesi eşliğinde yırtacaklarını karşılarındakine beyan ederler , sinirli sinrli yemenilerini söküp söküp yeniden bağlarlardı (Sıkıntılı anlarda insanın elini nereye koyacağını bilememesinin kadınlar arasındaki bir çözümüdür bu... Kızdıklarında sık sık başörtülerini çözüp tekrardan bağlarlar bizim Türk kadınları).
Derken yavaş yavaş kaldırımın üzerinde ilerlemeye başlanır, yarım saat içinde Allah’ın da yardımıyla kuyruk hızlı bir şekilde erirdi. Bakkal dükkânının içine girdiğinizde, içerisini kesif bir gaz kokusu kaplamış olurdu. Bakkalın çırağı sık sık sigara içenlerin sigaralarını söndürmelerini, yoksa hep beraber maazallah havaya uçabileceğimizi hatırlatırdı. Altı litre gaz uğruna cigaralar söndürülür ve dışarı atılırdı.
Bakkal, dükkânın dibinde yere çömelmiş, uzun süredir gaz kokusu solumaktan beti benzi sararmış ve hafif sarhoşvâri hareketlerle, sıradaki gaz bidonunu önündeki musluktan doldurmaya devam ederdi. Doldurma esnasında elindeki 1 ve 2 litrelik maşrapalara musluktan gazı aktarır, sonra da bunları bir huni marifetiyle bidonun ağzından içeriye bırakıverirdi. Neyse ki sıra size gelir, musluğun debisinde bir azalma olup olmadığı dikkatle kontrol edilirdi. Çünkü hiç ummadığınız anda sıra size geldiğinde gaz bitebilirdi de... İşte bu çok üzücü bir durumdu. O kadar beklediğinize mi yanasınız, yoksa eve boş bidonla döndüğünüzde validenizin; “kıçını kaldırıp da beş dakika evvel çıkamadın tembel teneke!... İşte kaldık böyle bu gece gazsız... Yok sana bu gece Türk filmi seyretmek, doooğru yatağa!” azarıyla gecenizin mahvolacağınıza mı üzülesiniz?!
Neyse ki musluktan gaz gürül gürül akmaya devam eder, altı litresi bidona dolar, çabucak çırağa parası ödenir, bakkalın kapısından dışarı çıkıldığında ise içi gazla dolu bidon, henüz kuyrukta beklemeye devam eden şanssızlar ordusuna göstere göstere hafiften yukarıya doğru kaldırılarak belli-belirsiz bir nispet yapılır ve hızlı adımlarla eve dönülürdü. Daire kapısından içeriye ise zafer kazanmış bir kumandan edâsıyla girilir, bidon mutfaktaki küçük balkonun dibinde, kendine ayrılmış ve altına gazete kâğıdı serilmiş köşesine özenle bırakılır ve 2 gece daha ısınılabilinecek olmanın verdiği huzur ve rahatlıkla eller yıkanır, televizyonun başına kurulunurdu. Auer’in üzerine de koccca bir demlik oturtulur, dışarıda yağan yağmurun sesi ve sonbaharın o güçlü poyrazıyla sallanan ağaçların, sağa-sola savrulan dallarında kalan son yapraklarının hışırtısının güzelliği, sıcacık evinizde yudumlamaya başladığınız çay eşliğinde kulaklarınızda aksederdi...
Şimdilerde artık kombinin düğmesini çevirerek istediğimiz ısıyı sağlamamız mümkün. Ne bakkal köşelerinde yağmur altında gaz sırası beklemek, ne de yakıtsız kalmanın endişesini duymak... Artık çok gerilerde kaldı. Allah bir daha o günlere döndürmesin bu memleketi... Yine de aileme bu şekilde dahi olsa biraz katkıda bulunmuş olmanın lezzetini ve keyfini halen duyuyorum, aklıma geldikçe o günler...
İbrahim Akın KURTOĞLU
Sonbahar gelip de ilk yağmurlar düşmeye başlayıp, havalar nisbeten soğumaya yüz tuttuğunda, ilk evvel giysiler bir kademe kalınlaşır, süveterler, hırkalar, ardından da kazaklar dolaptan çıkartılır, yaz boyunca üzerine sinen naftalin kokularının giderilmesi için balkonda ipe asılır ve bir-iki gün bekletilirdi. O yıllarda yazın kullanılmayacak olan kışlıklar ve de kışın kullanılmayacak olan yazlık elbiseler dolaba kaldırılırken, kat yerlerinin aralarına eser miktarda "naftalin" serpiştirilirdi. Bu naftalin desteği, mevsim boyunca bu elbiseleri başta güve olmak üzre çeşitli haşerâtın hain emellerinden korumak için yapılırdı. Yoksa, mevsimi gelip de kışlıkları dolaptan çıkarttığınız vakit, bunların muhtelif yerlerini elek misali delik deşik vaziyette bulmanız kuvvetle muhtemeldi. İşte naftalin adlı keskin ve ilginç kokulu kimyasal madde, güvelerin çekmesi olası ziyafetlere karşı bir korunma yöntemiydi.
Naftalin, dolabın/gardrobun içini bütün mevsim boyunca o keskin kokusuyla doldurmuş olurdu. Ne kadar havalandırılırlarsa havalandırılsınlar, yine de bir hafta kadar daha üzerinizde belli belirsiz bir naftalin kokusu olurdu. Zamanla uçar giderdi ancak...
Naftalin kokulu kazakları ve hırkaları giymek, artık yavaş yavaş soba yakma zamanının da geldiğinin müjdecisiydi. Bizde ve çevremizde, soba yakma günü 29 Ekim’di... Acaba niye 29 Ekim’di? Muhtemelen büyüklerimiz, her sene soba kurulması gününün önemli bir tarihe tekabül etmesini ve de böylece tarihin şaşmamasını düşünürlerdi... Bayram olduğu için, ne güne gelirse gelsin farketmezdi. Herkes evdeydi çünkü... Zaten Ekim sonu demek, İstanbul’da havaların artık iç titretmeyle titretmeme arasındaki o ince çizginin sonuna gelindiğinin de işaretlerini verirdi. Çoğu Cumhuriyet Bayramı, İstanbul’da yağmurlu olur, Vatan Caddesi’ndeki geçit töreninde askerler, sırılsıklam vaziyette bölük-bölük geçerlerdi.
Sobanın kurulacağı günün bir evveli, kahverengi parlak borular kömürlükten ya da balkondan çıkartılarak evin koridoruna uzunlamasına dizilir, sobanın kendisi ve üzerine oturtulduğu kalın yekpâre mermer tekrardan ve de kuvvetlice ovulurdu. Çünkü soba kurulup da kütlesi adeta ateş topuna döndükten sonra bu derece etkili bir temizlik yapma şansı azalırdı. Öyle bir ısı yayardı ki, yanıbaşındaki şilteye kıvrılan evimizin kedisi "Boşnak" (sapsarı ve bol tüylü, oldukça güzel bir kediydi) saatlerce mayışır, yerinden kalkamazdı.
Soba kurulma günü evde haddinden fazla bir telâşe yaşanır; valide hanım, rahmetli peder bey ve anneannem ile teyzem; önce bizim evdeki, sonra da teyzemlerdeki sobaların kurulması için derhal ayaküstü bir ekip oluştururlardı. Evin babası olduğu için rahmetli peder işin en sinir bölümünü üstlenmek zorunda kalır; boruların dirseklerinin geçeceği kısma en yakın noktaya konulan bir iskemleye ve de bu iskemlenin üzerine yerleştirilen üç bacaklı tahta banyo taburesinin tepesine çıkar, kafası neredeyse tavana değer, değme cambazlara taş çıkartacak bir halde sık sık oradan oraya yalpalar, arada bir düşmeye çalışır, bizleri de o arada bayağı bir güldürürdü. O ise, nedense pek gülmezdi bu haline. Tabi, 2 metre yüksekten de olsa yere düşmek, aklı başındaki her ferdin ısrarla çekindiği ve vukubulmasını istemediği aktivitelerdendi ne de olsa...

Ekibin geri kalan kısmı da kendi arasında bir işbölümü yapar, kimi boruları taşır, kimi de dirseklere gelecek olan uzun boruları usturubuyla havaya kaldırırdı. Borular birbirlerine eklemlenir, tam iş bitti derken, hain dirseklerden birisi yerinden oynayarak çıkar, bütün borular bütün halde yere düşmeye meyleder, bizimkiler telaşla bunlara mukayyet olmaya çalışır, birbirinden ayrılan kısım, boştaki bir ekip elemanı tarafından birleştirilmeye çalışılır, neyse ki sabır ve de sinirle bütün borular birbirlerine hatasız şekilde raptedilirdi sonunda...
Her ne kadar içleri yazdan temizlenmiş olsa da, kimi zaman doksan derecelik dirseklerin dönüm yerlerinde birikip de farkedilmeyen kapkara toz halindeki bir miktar is, genelde babamın başından aşağıya ve üzerine boca olurdu. Soba kurma ve kaldırmanın olmazsa olmazlarından olan bu mecburi is banyosu da böylelikle sona erer, aile efradı yine bu duruma pek güler , rahmetli ise ayıp olmaması için güler gibi yapar ama, kayınvalidesinin ve baldızının önünde bu terbiyesiz dirseğe ve kapkara islere duyduğu gayrinizami (terbiyedışı) lâkırdıları içinden ederdi. Bunu, dudaklarının hızlı hızlı sessizce açılıp kapanmasından kolaylıkla farkedebilirdik. En çok da, validemin O'na: "Arap Bacı..." demesine kızıyor olmalıydı herhalde içinden... Karizmanın mecburen çızıldığı anlar , elbette ki her erkek kızar bu yakıştırmaya...
Soba kurulduktan sonra hemen kömür yakılmaz, önce içinde bir miktar kağıt tutuşturulur, böylece boru ve dirseklerin olası duman kaçıran noktaları test edilirdi. Şayet bu önçalışma başarıyla sonuçlanırsa, artık sobamız ailemize 6 ay boyunca hizmet etmeye hazır durumda demekti...
Bazı Cumartesi akşamları, teyzemlerde gece yatısına kalırdım. Pazar sabahı, burnuma dolan keskin bir gaz kokusu beni yattığım somyadan uyandırırdı. Sabahın daha yedisinde teyzem muhakkak kalkmış ve odanın köşesindeki sobayı tutuşturma çalışmalarına başlamış olurdu çünkü... Sobanın dökme alt kapağı açılarak, daha önceden üstten doldurulan kömürlerin tepesine ince birkaç odun veya tahta parçalarından minik bir çatı yapılır, bu çatının tam ortasına da gaza batırılmış paçavralar sokuşturulurdu. Beni uykumdan uyandıran bu koku da, işte bu gazlıbezlerden yayılırdı odanın içine... Gaz işte, nasıl güzel bir kokusu olabilir, ama benim çok hoşuma giderdi bu kokuyu hissetmek... Teyzem kibritle gazlıbezi tutuşturunca, sobanın içinden derhal masmavi bir alev hareketlenir, akabinde üzerindeki tahta çatıyı tutuşturur, inceden çıtırtı sesleri başlardı. “Çıtır çıtır...” tutuşan tahtalar, kısa süre sonra, asıl yakıt olan kömürlere sıçrar, odanın içi derinlerden “gürlemeye” başlardı.
Odaya sinen hafiften gaz kokusuna, bir süre sonra tam ortaya kurulan kahvaltı sofrasından yükselen mis gibi sabah çayının rayihası ve kahvaltılık malzemenin türlü çeşit kokusu eşlik ederdi. Hele ki haftasonu karlı bir güne denk gelmişse ve dışarıda tipi şeklinde veyahut da lâpa lâpa yağan bir kar hareketi de mevcutsa, deymeyin keyfime... O yaşta daha ne istersiniz? Sıcacık, gürül gürül soba yanan bir odada, yine sıcacık çayla kahvaltı edebilmek, herhalde o senelerde benim için mutlulukların en önde gelenlerindendi. Validem ve rahmetli babam da kapıyı çalarak kahvaltıya geldiklerinde ev ahalisi olarak, vefalı sobamızın nimetinden faydalanmaya başlardık.
Çaydanlık sobanın üzerine konulur ve geceden kalan yarı bayatlamış ekmekler, yine sobanın üzerine yanyana dizilirdi. Ooooof ooofff.... Odanın içine dolan yeni bir mis kokusu daha... Kızaran ekmek kokusu... El yakacak derecede ısınan ekmekler derhal alınarak, üzerlerine halis tereyağı sürülür, daha saniyesinde kızarmış ekmek dilimi, bu yağı eriterek içine çeker, iki muazzam ta'am birbirleriyle adeta halvet olurlardı.
Sabah saat sekize doğru (hava açık da olsa, yağmurlu veya karlı da olsa), sokağımızın gezici gazetecisinin sesi duyulurdu derinlerden... Mahallenin saf tipli bir delikanlısı, koltuğunun altına sıkıştırdığı muhtelif gazeteleri bağıra-çağıra anons ederdi: “Gaaaasteeeee... Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Günaydın, Hayat, Ses...” Bu gazete ve dergi isimlerini öyle hızlı ve sıralarını sektirmeden söylerdi ki, ağzından bir çırpıda çıkardı kocca cümle... Hevesle taklit etmeye çalışırdım O'nu ama, daha üçüncü gazete isminde karıştırır, çuvallardım... Hemen sokak tarafına bakan ön pencere açılır, babam ucuna ip bağlanmış olan sepetin içine bozuk paralar koyarak aşağıya sarkıtır “Bilmem kim... (Şimdi bu gazeteci delikanlının ismini unuttum, zaten yıllar evvel rahmetli olduğunu işitmiştik) Bi Hürriyet, bi de Günaydın...” derdi. Pazar günleri validem, bu iki gazeteye ek olarak bir de Hayat Mecmuası almasını talep ederdi babamdan. Sözkonusu sipariş de gazetelere eklenir, sepete konulur ve yukarı çekilirdi.
Pazar günleri Hürriyet Gazetesi, “Fatoş” ve “Güngörmüşler”in 3’er banttan oluşan renkli baskı, büyük maceralarını verirdi. Hafta içi günlerde ise herbiri birer bant olur, ama yanlarına bir de “Bizimkiler” ve “Dedektif Nick” eklenirdi. İlk evvelâ Hürriyet’in ekini elime alır, bir çırpıda bunları okur ve bizimkilere uzatarak, kaldığım yerden kahvaltıma devam ederdim.
Kahvaltı sofrasında babam hemen gazetelere dalar, bizimkiler kendi aralarında sohbet ederler, ben de radyodan sabah aranjmanlarını dinlerdim (Hafif müziğin ismi "aranjman"dı o senelerde çünkü ) Ajda Pekkan’ların, Seyyal Taner’lerin, Rana Alagözler'in, Ersan Erdura'ların, Beyaz Kelebekler'in, Dario Moreno'ların, Banu’ların, Berkant’ların, Ömür Göksel’lerin... revaçta olduğu seneler...
Kahvaltı bitince, odaya sinen muhtelif gıda kokularını gidermesi için, önce sobanın üstündeki ekmek kırıntıları minik bir el süpürgesiyle karton bir kutuya süpürülür (kutuyu bile hatırlıyorum, “Ali Muhiddin Hacıbekir"den alınan badem ezmesinin, boşalan ama çöpe atılmayan kartondan kutusuydu. Yalnızca üstündeki kapak kısmı kopartılmıştı, ama kenarlarında Hacı Bekir’in kırmızı renkli o alacalı arması yerliyerinde durmaktaydı), sonra da temizlenen sobanın yüzeyine, kahvaltıda kullanılan limon kabukları, kalın kısımları dışa bakacak şekilde dizilirdi. Birkaç dakika içinde, hakikaten de odanın atmosferi değişir, içerisi missssler gibi limon kokmaya başlardı. Bu kabuklar sobanın üzerinde uzun bir süre durduktan sonra kururlar, sularını kaybettikleri için sertleşip kendi içlerine doğru büzülürlerdi. Hepsi toplanarak bir torbaya doldurulur ve ertesi sabahki soba yakma faaliyeti için hazır cephane görevi görürlerdi.
Böylesine tasarruf yapılan senelerden geçip de, sadece bir düğmesi çevrilerek sonuna kadar açılan “doğalgaz kombi”li günlere geldik. Tasarruf mu? 1960’larda, 70’lerde kalan komik bir teşebbüs... Gazlıbez ve kurumuş limon kabuklarıyla soba tutuşturmak mı? Bu, daha da komik... Basarsın düğmeye, oda yirmibeş saniyede sıcacık olur işte... Tasarruf, bizim kuşakla birlikte sona erdi. Bizden sonrakiler ise bunun hakkında; üç heceli ve sekiz harfli Arapça/Farsça bir kelime olmasının dışında ekstradan herhangi bir bilgiye sahip değiller... Doğalgaz kaloriferleri üzerinde (keşke imkân olaydı da), hiç değilse ekmek kızartılaydı, sıra sıra limonlar dizileydi bari... Bizim yeni yetme çocuklar da görür, bilirlerdi bu keyfi...
İbrahim Akın KURTOĞLU
Bindokuzyüzseksenlerin ortalarına kadar, çok uzun yıllar boyunca, İstanbul'da ısınmak için odun, kömür ve gaz kullanılırdı. Henüz doğalgazla tanışılmamış tabii... Kentin cüz'i birkaç bölgesinde evlere ulaşan havagazı şebekesi mevcut ve İETT idaresi tarafından Kâğıthane, Hasanpaşa, Dolmabahçe ve Yedikule gazhanelerinden şehre pompalanıyor. İstanbul'un geri kalan evleri ise, mecburen başlarının çaresine bakmak zorunda... Her evin içinde bir (kimi zaman iki) soba kurulu... Bu sobalar, oturma odasının bir köşesinde oldukça büyük bir alanı kaplıyorlar (1 metrekareden fazla bir alanı). Aslında ilk bakışta az gibi görünse de, birkaç metrelik odalarda bu bölgenin tamamen iptali sözkonusu...
Sobalar da iki çeşit: İlki, içinde odun ve kömür yakılan, dökme demirden, ağır ve oturaklı sobalar, diğerleri ise gazla çalışan ve bunlara nazaran daha hafif, sacdan mamul, oturan bir ata benzeyen, kahverengi, silindirik “Auer”ler...
Odun-kömür sobaları gaz sobalarına göre daha iyi ısı verdikleri için tercih ediliyorlar. Markaları da farklı farklı. Bizim evdekinin markasını hiç unutmuyorum: “Şâkir Zümre”... Gaz bulunması da o yıllarda başlıbaşına bir sorun. Bugün alsanız bile, yarın tekrardan bulabileceğiniz şansa kalmış Bu yüzden ilk bahsedilen tür sobalar daha revaçta... Kömür sobaları, Unkapanı ile Yenicami arasındaki sahilde yanyana sıralanan sobacılardan alınıyor genellikle. Herkes ihtiyacını buradan temin ettiği için, esnaf da nisbeten ucuza satıyor ve sürümden kazanıyorlar... Zaten semtin ismi de halk arasında “Sobacılar” olarak geçiyor.
Bu sobaların yakıtı olan odun ve kömür, yaz ayının ortalarında, Haziran-Temmuz gibi satın alınır ve evin kömürlüğüne itinayla istiflenirdi. 1970'lerde, yazın o en sıcak günlerinden birinde rahmetli peder bey, o gün kömür (ya da odun) almaya Yenikapı’ya gideceğimizi söyler, hazırlanmamı isterdi. Yazın ortasında neden odun-kömür almaya gideceğimizi bir türlü çözemezdim. Ne gereği vardı bu sıcakta? Kış gelince gidip alınır, paraya bakmıyor mu iş?... Bakmıyormuş meğerse... Sonbaharda bunların fiyatları yaza göre yüzde elliden fazla artar, sonra aynı mamulü kazık yiyerek satın almak zorunda kalırmışız, sonradan öğrendim...
Yine de odun-kömür almaya gitmekten gocunmaz, hatta sevinirdim bir de. Çünkü, meselenin sonunda beni bekleyen sürprizi kaçırmak hiç de işime gelmezdi...
Erkenden yola çıkılır, Aksaray’a kadar otobüsle gidilir, indikten sonra da Yenikapı istikametine dönerek, aşağıya doğru on dakika kadar yürünürdü. Yenikapı’ya inen Mustafa Kemal Bulvarı, sahilde sonlanırdı. Burada yürümek çok zevkliydi. Çünkü yokuşun bitimine yakın, zeminin göbek yaptığı mevkide Yenikapı tren istasyonu görünür, Sirkeci ve Halkalı istikametlerinden gelen banliyö trenleri, sık aralıklarla bulvarın üzerindeki demiryolu köprüsünden atlayarak geçerlerdi. Fonda da pırıl pırıl parlayan masmavi Marmara tabii...
Ama biz sahile kadar inmez, Küçük Langa’nın girişi olarak tâbir edilen alana varırdık (şimdiki Metro İstasyonu’nun inşaatının devam ettiği alan). O senelerde burası İstanbul’un Avrupa yakasının odun-kömür deposu, âdeta “yakıt hali”ydi. Yanyana sıralanan bir dolu oduncu ve kömürcü mevcuttu. Galiba ön kısımda oduncular, biraz berilerinde ise kömür satıcıları bulunmaktaydı. Bütün işyerleri de (gerçi işyeri demeye bin şâhit ister, çünkü tamamı da üzerlerine branda ya da naylon gerilmiş, hemen dibine biryere de, içine bir kişinin zor sığacağı yamuk-yumuk ahşap kulübelerin oturtulduğu) aslında derme-çatma depolardan oluşmaktaydı.

Bizim her sene ille de müdâvimi olduğumuz oduncumuza giderdik (O’nun odununun lezzeti bir başka tabii, başkasına gitmek olmaz, sanırsınız odun değil de İstiklâl Caddesi’nde kremalı pasta alıyoruz müdâvimi olduğumuz pastahaneden ). Adam bizi tanır, peder beyin elini sıkar, benim de başımı okşayıp homur homur birşeyler söylerdi bana... Hiçbir şey anlamazdım ne dediğinden... Depodan yoğun bir ham ahşap kokusu yayılırdı. Aslında nefis kokudur odun kokusu... İnsanı garip bir şekilde cezbeden bir râyiha salar bu odun demetleri... Doğal, ilginç, güzel bir koku...
Rahmetli peder, oduncu beyamca ile ayaküstü yapılan birkaç kısa hoşsohbetten sonra fiyatı sorar, gerekli pazarlığı yapar ve birkaç çeki oduna karşılık gelen parayı öderdi (Odun: çeki adı verilen tartı birimiyle ölçülürdü. Galiba 250 kiloya, yani çeyrek tona karşılık gelirdi). Pardon pardon... Bir dakika... Parayı baştan ödemezdi, sonunda öderdi. Niye mi?.. Efenim, şundan ötrü...
Deponun yanında park halinde bekleyen kamyon ile kamyonet arası çok çok eski bir Dodge marka araç deponun önüne çekilir, oduncu ve yardımcısı tarafından, tahtadan kasasına odunlar özenle istiflenirdi. Göz kararı doldurulan bu odunlar, peder beyin “tamam” demesiyle sona erdirilir, ardından kamyon büyük bir metal yüzeyin üzerine çekilirdi. Bu, kamyonetin alanından daha büyük olan dikdörtgen metal yüzey, aslında devâsâ bir tartıydı. Bütün odun ve kömürcüler ortak kullanırlardı bunu... Üstü masmavi yağlıboya ile boyanmıştı ama, lâstik izlerinden dolayı yer yer kararmıştı yüzeyi...
Tartılan kamyonetin ağırlığı bir kâğıda yazılır, bu arada şoför mahallinin önündeki torpido gözüne ya da camın üzerindeki gölgeliğin arkasına sıkıştırılan araç kâğıdı ile karşılaştırılır, burada yazılan dara (boş ağırlığı), son rakamdan düşülür, aradaki fark, araca ne kadar odun yüklendiğini belirtirdi. Tabi, tam olarak çekinin katlarına karşılık gelmediği için uygun hesaplamalar yapılır ve ödenmesi gereken meblâğ böylelikle ortaya çıkardı. Rahmetli peder bey işte o zaman ödemeyi yapar, beyamcanın elini sıkar ve beni kucakladığı gibi şoför mahalline oturturdu... Veeee, yazının başında bahsettiğim sürpriz de o anda başlamış olurdu. Kamyonete biniyoruz, düşünebiliyor musunuz?
Şoför önce kamyonetin önündeki motor kapağının altındaki bir deliğe “L” şeklinde bir demir sokarak, bunu saat yönünde 7-8 defa çevirirdi. Motor çalışmaya başlardı. Hemmen koşarak direksiyonun başına geçer ve aracı hareket ettirirdi. Kamyonet ıhıl-mıhıl yola koyulur, Yenikapı Meydanı, Aksaray, Muratpaşa üzerinden Vatan Cadesi’ne girerek, sağdan yavaş yavaş yoluna devam ederdi. Giderken kamyonetten belli aralıklarla; “Dıııızzt.. Dııızzt...” şeklinde sesler gelirdi (O yılların kamyonetleri böyle enteresandılar işte... Biz ve bizden evvelki jenerasyon çok iyi hatırlayacaklardır bu çoksesli vâsıtaları). Hırka-i Şerif sapağından içeri dönerek bizim sokağa ulaşıldığı anda, mahalle arkadaşlarımın dışarıda oynar halde olması için içimden dua ederdim. Çünkü ben, bir kamyonetin mahallinde, cam kenarında oturur halde sokağımıza duhûl eyleyeceğim... Var mı bundan ötesi?... Aman da ne şeref, ne şeref!...
Beni şoförle babam arasına oturturlardı. Böylece, yolda olası bir kapı açılması durumunda aşağıya düşmeyeyim (babam düşsün, şayet ille de düşecek biri olacaksa) diye validem sıkı sıkıya tembih ederdi evden çıkmadan... Ama ben, allem eder kallem eder, sokağa girilince babamla acele tarafından yer değiştirerek cam kenarına geçerdim ve kuru kurum kurularak, sağ kolumu kapının açık olan camına dayardım. Sokakta misket ve top oynayan veletlerin bize gıpta, hayranlık, haset ve de kıskançlık içinde bakmalarını sağlamak tabii ki amaç... Ama netice pek de istediğim gibi olmaz, çocuklar yan gözle kamyonete şöyleden bir bakar ve oyunlarına devam ederlerdi. Olsundu, ben sokağa kamyonetle girdim ya... Nasıl bir ayrıcalık kazanmışım... Ötesi umurumda bile değil...
Kamyonet evimizin önünde durur, bizimle birlikte ama kamyonetin kasasında odunların üzerine oturarak gelen iki hamal ve bizler aşağı iner, kamyonetteki odunlar aşağıya boşaltılır, sonra da hamallar tarafından, kalın hasırdan örülü küfelere yeniden özenle dizilerek, aşağı kömürlüğe sırtlarında taşınmaya başlanırdı. Bu taşıma işi ortalama bir saat içinde biter, kömürlüğümüz ağzına kadar muntazaman istiflenmiş odunlarla dolar taşardı. İş bitince de valide hanım elinde faraş ve süpürgeyle aşağıya iner, kapının önünde odun yığınından artakalan kırıntıları ve odun tozlarını, kıymıklarını süpürür, ardından da bir-iki ibrikle yeri sulayarak pırıl pırıl yapardı. Bu son nokta, herkeste âdettendi o yıllarda... Odun da alınsa, kömür de alınsa, mutlaka kapının önünde arta kalanlar ev ahalisinden birileri tarafından süpürülürdü.
Babam, bir işi daha başarmanın verdiği keyifle cigarasını yakar, ben sokakta oyuna dalar ve bu alışveriş, havalar soğuyana, tâ ki sonbahar gelene, ilk yağmurlar düşene kadar unutulurdu. Havaların giderek ısısını düşürmesiyle birlikte, kömürlük-ev arası hareketlenme de başlar ve içleri odunla doldurulan ilk kovalar yukarıya, evin balkonuna taşınmaya başlardı. Bizim evde âdetti, sobalar sonbaharda, tam; 29 Ekim’de kurulurdu... Çoğu İstanbullu için de bu tarih, soba kurma günü olarak kabul edilirdi eskiden...
İbrahim Akın KURTOĞLU