12 Ocak 2012 Perşembe

Sonra Havalar Bozuldu...

Bilirsiniz hani, en azından duymuşsunuzdur; Oktay Akbal’ın 946’da neşrettiği meşhur bir hikâye kitabı vardır: “Önce ekmekler bozuldu”... Sonra da herşey... İkinci dünya savaşı yıllarında toplumdaki bozulma ve çözülmeye nefis göndermeler yaptığı hikâyesine mahlâs olan bu anlamlı cümle zaman içinde dilimize yerleşmiş, herkes tarafından sıkça kullanılan anahtar kalıplar arasına girmiştir. Cihan Harbi senelerinde önce halkın en temel gıdası olan ekmeğin gramajı ve muhteviyatıyla oynanması ile başlayan fiziki deformasyonun fikri ve ahlâki bozulma ataklarıyla gelişmesine, derken bu kabuk değişim zincirinin giderek yaşamın her ânına nüfuzetmesine, bireyleri ve kurumları altüst edecek seviyeye gelmesine yolaçan derinden sarsıcı ve silkeleyici hadiseler silsilesine sağlam ve oturaklı bir göndermeden ibaret bu nefis tesbit, “artık ne bozulmadı ki?” sorusuna verilen cevabın otomatik girizgâh cümlesi olma anlamı ve becerisini günümüze dek sürdüregelmiştir.

Kulağa pek basmakalıp gelen bu cümle, belki yeni nesil için çok da fazla şeyler ifade etmese de, yaşı kırkbeş-elli ve daha fazla rakamlara dayananlar için halen ilk günkü mânâsını korumakta... Bozulma mı, değişim mi? Artık günümüzde kişiye göre değişen bir atıf...

İstesek de istemesek de bazı şeyler değişiyor. Bu dönüşüm kimi zaman müsbet anlamda algılanan bir sıfatın ardına saklanarak teknoloji ve bütünleşme kelimeleriyle kendine yer edinirken, kimi zaman ahlâki çöküntü teşhisiyle menfi kabul görerek tepetaklak bir kayganlığın, yılışıklığın, tel tel çözülmenin baş aktörü olarak işaretleniyor.

Gerçekten de çözülme, bir ilk harekete bağlıdır çoğu zaman; Elinizde binlerce defa çeviredurduğunuz tesbihin imâmesinin yerinden çıkması, bu ince uzun taşın bedeninde düğümlenen ipin kopmasına ve ona bağlı otuzüç minik yuvarlak taşın da saniyeler içinde dağılmasına sebep olmasına, ya da cüzdanınızın emniyetli bir altcebinde günlerce itinayla taşıdığınız halde nedense içinizin bir türlü harcamaya elvermediği gıcır gıcır ikiyüz liralık banknotun, sonunda mecbur kalıp da pantolon kemerine takılan üçbuçuk liralık cep telefonu taklit deri kabının ücretinin ödenmesi için bozdurulduktan sonra nasıl olduğunu dahi anlayamadan iki gün zarfında bütünüyle eriyip gittiğine hayretler içinde şahit olmanız gibi...

Gıdalar, giyim-kuşam, toplum hayatı, trafik, haberleşme araçları... herşey zaman içinde değişir, önüne geçmek de ziyâdesiyle zor, hatta imkânsız. Zaten önüne herhangi bir set çekmek de gereksiz. Gereksizden de öte, saçma, aptalca... Ama “hava” da değişir mi be kardeşim? Allah’ın bulutu, rüzgârı, güneşi, sisi, yağmuru, karı... Nasıl bir döneme denkgeldik ki, onbinlerce seneden beri vakt-i zamanı geldi mi, üzerlerine düşeni lâyıkıyla tıkır tıkır yerine getiren hava hadiselerinin en önemli figürleri yirmibirinci yüzyılın ilk demlerinde insanlığı protesto eder oldular. Güneş, kavurucu ışınlarını dünyaya gönderirken ziyâdesiyle cömertleşerek bahar aylarını tamamıyla ortadan kaldırırcasına Nisan, Mayıs, Eylül ve Ekim’i yaz mevsimine raptederken; kış aylarının vazgeçilmezi olan kar bulutlarıysa anlam veremediğimiz bir cimrilik içindeler son birkaç senedir...

Kimilerince teknolojik gelişmenin acı sonucu olarak vasıflandırılan bu tedirgin edici meteorolojik anormallikler silsilesi, acaba Akbal’ın işaret ettiği ekmeklerin bozulmasıyla başlayan metamorfozun önlenemeyen dizgesinin dağılmakta, yitip gitmekte olan son tesbih taneleri mi yoksa?

Birşeyler ters gidiyor. Ama ne? Herkes farklı anlamlar yüklüyor, imalarda bulunuyor, sebep-sonuç ilişkileriyle örülü tezler ileri sürüyor. Yine de hiçbirisi tam anlamıyla içimize sinmiyor. Belki de kabullenmek ilk anda zor geliyor insana... Nerede okudum hatırlamıyorum ama, İstanbul’un son yıllarda teşerrüf ettiği 4 mevsim artık şöyle: İlkbahar, yaz, sonbahar, pastırma yazı, sonra yeniden ilkbahar, yaz...

Eskiden böyle değildi yahu. İlkgençliğimizde ilkbaharın da, yazın da, sonbaharın da, kışın da bir vakti vardı. Kurulu saat gibi tıkır-tıkır işleyen bir düzen içindeydi hava hâdiseleri. Birçok şey yüzyılların imbiğinden geçerek süzülmüş, arıtılmış, netleşmiş ve duvar takvimlerinin sarı saman sayfalarında dahi kendilerine sağlam birer yer edinmişti: Meşhur Erbâin ve Hamsin soğuk dönemleri, Kasım ayının onbeşine doğru kendini gösteren pastırma yazları, Nisan ve Eylül yağmurları, yarısı yaz yarısı kış kabul edilen Ağustos geçişleri, Mayıs sisleri, orkozlar, lodos ve poyrazlı dönemler, kocakarı soğukları (Berdü’l-Âcüz), kırlangıç fırtınası... Her türden doğa olayı neredeyse günü gününe tutacak şekilde isimlendirilmiş ve halk tarafından da kabul görmüştü.

Ve büyüklerimiz -aksi gibi- bilirlerdi de her birşeyi... Rahmetli anneannem kışın ilk ayından itibaren, Saatli Maarif takvimini emekli bir meteoroloji operatörü gibi takibeder, her sabah kalktığı vakit üşenmez, o günün ya da takibeden haftanın hava durumu hakkında bize tafsilât verir; buna mukabil ilk anda dudaklarımızın kenarından yayılan müstehzi gülüşler, devamındaki zaman zarfında bir kez daha rahmetlinin zaferiyle sonuçlanır, işaret ettiği dilimde havalar gerçekten de söylediği gibi soğur, kar taneleri havada uçuşmaya başlar, bizim o müstehzi sırıtışlarsa moraran alt ve üst dudaklarımız arasında eriyip gider, alaycı bir edâyla gülme sırası bu kez ona gelirdi. Saçlarının değirmende ağarmadığına ilişkin imâlar, onun gençliğinde acaba Kandilli Seyir ve Oşinografi dairesinde başkâtibe olarak falan mı çalıştığı yolunda ciddi soru işaretleri bırakırdı kafamızda... Değil, Fatih 19. taşmektep mezunu orta halli bir kadıncağızdı. Sadece senelerin getirdiği güçlü birikim, sağlam bir hafıza ve enteresan bir takip yeteneği, bu yeteneğin takvimde yazılı olan özel tarihlerle harmanı ve neticede günümüzde benim diyen birçok meteoroloğun yakınından dahi geçemeyeceği ölçüde kuvvetli bir nokta atışıyla hedefi tam onikiden vurmak... İşte, meselenin bütün sihri de buradaydı.

Sonradan anneanneme özenir oldum. O biliyor da ben de bilemez miyim acaba? Eh, işin sırrı önce havaya, sonra da takvime bakmaktan geçmiyor mu zaar? Geçmiyormuş. Pek de o kadar kolay değilmiş. Meğerse benim bilmediğim birtakım ipuçlarını bizimki pek açık etmiyormuş. Yaz sonuna doğru bazı meyvelerin piyasadan çabuk kaybolması veyahut da tam tersine sonbahara sarkması bile, gelmekte olan kış mevsiminin yükü hakkında sağlam deliller taşımaktalarmış kabuklarında. Ya da nerelerindeyse artık... Veyahut da işaret parmağını tükürükleyip havaya doğru kaldırarak rüzgârın yönünü, şiddetini, hatta havanın ısısını dahi aşağı-yukarı bilip de bir türlü bana öğretmeden ahirete göçmesi yok mu? Ne olurdu sanki şu basit görünen deneyin inceliklerini bizlere de öğretiverseydi. Yok, eski zaman hanımı ya, öyle herşey toruna-torbaya öğretilmez, bazı şeyler de kapalı kutu, öte tarafa götürülmeli...

Yine de gençlik dönemimizde hava durumu şimdikine göre çok daha isabetli tahmin edilirdi, kim ne derse desin. Günümüzdeki gibi onlarca televizyon kanalı, yüzlerce meteorolog, binlerce tahmin sitesi yoktu ama, o dönemlerin tahmincileri işlerin bilgisayar verileri ve analizleri olmadan da yürütülebileceğini pek güzel kanıtlarlardı. O günlerde en güvendiğimiz kurum; devlet meteoroloji idi (Şimdilerde maalesef bir türlü tutturamayan halefi, mumla arasınlar o dönemlerdeki sağlam öngörüleri, teknolojinin ilerlemesiyle ters orantılı mıdır nedir yoksa bu tahminde yanılgı meselesi?).

Bir de rahmetli Ali Esin... Zannedersem Hürriyet gazetesinde günlük rapor verirdi. İkinci sayfanın en alt sağ köşesinde sekize-on ebadında siyah-beyaz minik bir kutu içine büyük şehirlerimizi ve yedi bölgemizi yazar, bir de bir paragraflık genel bir ülke bilgisi verirdi. Ciddi ciddi tutardı, inanılır gibi değil. “Bu sabah şemsiyelerinizi yanınıza almayı unutmayın” uyarısını okuduysanız, düğmesi çok kullanmaktan içine göçmüş siyah şemsiyenizi yanınıza almamanız bir saflık emâresi sayılırdı, çünkü öğleden sonra muhakkak yağmura yakalanmanız kaçınılmazdı.

Bir de Yeşilköy meteorolojiden aldığı günlük verilere göre, geceleri sekizden (kış aylarında beşten) sonra, üzerine belli aralıklarla iliştirilmiş lambalarını ertesi günkü hava durumuna uyacak renklerde yakan meşhur “Bayazıd Kulemiz”... Fakülteden dönerken troleybüsün en arka sol tarafında sırtımı aracın bombeli siperlikli camına, sol ayağımı da kalorifere dayayıp dikilir, daha araç Şişhane-Meyyid yokuşunu inmeye başlarken fonda beliren Süleymaniye’nin gerilerinden ışıl ışıl yanan Bayazıd kulesini kontrol ederdim pürdikkat... Bilhassa kış günleri kulenin balkon eteklerini çepeçevre saran güçlü lâmbaların rengi bizler için çok önemliydi:

Şayet “sarı” yanıyorsa ertesi günü sis vardı. Eğer kulenin boynu “yeşil” renkle bezeliyse yağmurlu bir güne uyanmamız kuvvetle muhtemeldi. Şayet gözleriniz “kırmızı” rengi seçmekte ise, aman ya Rabbi! Resmen bayram ederdiniz. Çünkü yarın İstanbul’da “kar” vardı. Müthiş bir heyecan, karşı konulamaz bir keyif, uykusuz geçecek olan uzun bir geceye ilk göz kırpışlar. Yahu, deli misin be adam? Yirmi küsur yaşındasın, bırak da çocuklar sevinsin. Olmaz, kara sevinmenin yaşı mı olur? Elbette biz de herkes gibi keyifleneceğiz. Ne varsa artık bu buz gibi beyaz merette? E, yarın öğleden sonraki mukavemet vizesi? Amaan, salla gitsin, vizenin telâfisi olur, ama karın telâfisi seneye kadar yok.

Bazen de Tünel’den devamla, eski Mevlevihane yolundan aşağıya, Yüksekkaldırım’dan kestirmeden Karaköy’e iner, oradan da eski Galata Köprüsü’nü (ama köprüaltından, dubaların hizasından) yürüyerek karşıya geçerdim. Bayazıd Kulesi’nin tepesi “kırmızı” renkte yanıyorsa köprüaltının salaş dükkânlarına ve Bahçekapı tarafında da Mısırçarşısı, Tahmis, Balıkpazarı esnafına dikkat ederdim. Kulenin meteoroloji duyurusu İstanbul halkınca o derece önemsenirdi ki, kış günleri işyerlerini sekizden evvel kapatmayan esnaf taifesi, o geceye mahsus daha bir hareketlenir, dükkânların dışına dizili seleler, sepetler, tezgâhlar çabuk tarafından içeriye alınır, köprünün iri perçinli çelik taşıyıcılarının çıkma kısımlarının üzerine çekilen kablolarla eğretiden tutturulan sarı soluk renkli zayıf ampuller birbiri ardına söndürülür, tezgâh başındaki son müşterilere de istedikleri sebze-meyve-balık vesair acele tarafından tartılarak verilir, köprü merdivenlerine doğru yoğun bir hareketlilik izlenirdi.

Karaköy’de Haliç duhulü rıhtımında Fermeneciler’in önünden sık aralıklarla minik motorlar içleri ve daracık güverteleri her zamankinden daha kalabalık olduğu halde, patırtılar çıkartarak hareketlenirler, Köprü'nün öte tarafındaki dubalı iskeleden de münavebeli olarak bir Kadıköy’e bir Haydarpaşa’ya adeta konserve kutusu doluluğunda vapurlar davûdi düdük sesleri eşliğinde istim salarak durmaksızın halat çözerlerdi.

Eh, işte, kulenin ikazı çıkıyor. İlk taneler uçuşmaya başladılar bile. Rüzgâr tam da Vaniköy-Kuzguncuk-Beylerbeyi yönünden esiyor. Poyraz şiddetini artırmaya başladı. İster misiniz, yarım saate kalmadan tipiye çevirsin. Eh, çevirirse çevirsin, daha ne isterim. Köprü'den Fatih, benim adımlarımla Küçükpazar-Zeyrek-Saraçhanebaşı üzerinden kırkbeş dakika sürer en fazla, evi uzak olanlar düşünsün. Lâcivert kaşkolu da sabah evde unuttuk ama, ne gam... Paltonun yakalarını iyice kaldırdık mı, enseyi sağlama alırız, o da eve kadar idare eder bizi. En çok iki-üç hapşırırız gece. Onun da çaresi var, valide hanım sağolsun, yapar su bardağına sıcacık bir ıhlamur. Nezle başlamadan biter...

Karşıyakada oturanlar içinse İstanbul'un bu tarafındayken tipiye yakalanmak adeta azaptı. Çünkü tipi, güçlü poyrazla gelir ve şehirhatları vapurları da riske atılmaz, işletilmezdi. Madem Bayazıd Kulesi kırmızı yanmış, büyüklerimizin var bir bildiği, biran evvel eve atmak lâzım kendimizi... Gece alışverişini falan da boşverin, yengenin akşam dönerken sipariş ettiği iki kilo çingene palamudunu da gelecek haftasonu yiyiverirsiniz artık. Şart mı illâ bu gece almak? Kar geliyor. Zaten görünürde Ziraat Bankası önündeki su iskelesinin rıhtımına bağlı hiç balıkçı kayığı falan da yok etrafta... Belki karşıya geçince, Kadıköy Kumluk tarafında bir balıkçı sandalına rastlanabilirse ne âlâ, şansa artık. Bu havadaki balık da pek hayır etmez, kulağına kar suyu kaçmış, sersemlemiş balıktır onlar. Salçalı makarnaya talim ediverin iki geceliğine...

Kar tanelerinin sayısı artıp da etrafınız un elenir gibi bir atmosfere bürünmeye yüz tuttuğunda, Eminönü tarafından Karaköy rıhtımına ve yaşları yüz yılı rahat devirmiş tarihi hanların çatılarına kurulu, oradan oraya hareketli rengârenk reklâm panoları okunamaz ve hatta seçilemez olurlar, sadece bembeyaz bir guvaj üzerine parmak uçlarıyla uzunlamasına ve yataylamasına rastgele sürülmüş renkli suluboya çizgileri halinde algılanırlardı göz tarafından...


Köprüaltı’nı boydan boya dolduran balıkçılar, manavlar, çay ocakları her zamankinden daha evvel kapanırlarken, benzer bir durum da Yenicami, Tahmis, Yemiş, Bahçekapı taraflarında yaşanır, buranın esnafı da gece müşterilerini daha bir aceleci tavırla karşılayıp çabuk tarafından savar, diğer taraftan da kepenkler Yenicami’nin dış avlu duvarlarında yankılanan takırtılarla birer-ikişer çekilerek indirilmeye başlanırdı. Günboyu buğday ziyafeti çekmekten herbiri adeta minik birer balona dönüşmüş olan tombul güvercinler de etrafta görünmez olurlar, çiçekpazarının asırlık ağaçlarının yaprakları dökülmüş geniş dalları altına saklanırlardı. Martılar ise kara, yağmura oralı bile olmazlar, tam tersine kar tanelerini adeta birer müjde addeden edâyla çığlıklarını artırırlardı. Gerilerden, Boğaziçi’nin üzerinden düzgün geometrik şekiller oluşturur şekilde uçan ve kar kuşları olarak bilinen kırlangıçlarsa bir nevi geç kalmış teyid sayılırdı.

İstanbul’un curcunası bile güzeldir. Telâşe, İstanbullunun içine işlemiş bir hissiyattır. En sâkin yaradılışlı vatandaşı bile onbeş günde kendine benzetir. Eminönü duraklarında bırakın otobüslerde oturacak yer bulmayı, içine girebilmeniz bile bir şükür vesilesidir bu gibi günlerde... Sirkeci Gar tarafı mı? Onu hele hiç sormayın. Arpacılar’ın, Yalıköşkü’nün, Hamidiye’nin çamurlu arasokaklarında akın akın insan trene doğru koşuşturuyor. Durun yahu, biraz sâkin olun. Tamam hava bıçak gibi, kar yağacak anonsunu hepimiz gördük ama, bu yakada oturuyorsunuz. Kadıköy-Üsküdar ahâlisine göre daha şanslısınız. Hiç değilse deniz geçmeyeceksiniz. Tipiden seferini iptal eden banliyö trenini de daha evvel hiç duymadık zaten...

İyi de herkes de senin gibi ehl-i keyf mi? diye sormazlar mı adama? Milletin işi-gücü var, biran evvel bu soğuktan sıyrılıp sıcacık evine kendini atma telâşesinde halk. Mesai sonrası durup da başlarını havaya kaldırarak gökten salına salına ilk inmeye başlayan kar tanelerini tek tek sayacak ya da “hobereeyy” diye çığlıklar atıp şen kahkahalar döktürerek herbir tane daha henüz yere düşmeden havada onlara fiskeler atacak durumda ve de ruh halinde değil İstanbul’un geri kalan nüfusu... Hadi anladık, sen delisin. Sen istersen gece ayazı zirve yapana kadar Yenicami’nin merdivenlerinde bekle, yeri örtmeye başlayan karların üzerinde sabah ezanlarına kadar deli danalar gibi debelen, ama milleti de rahat bırak...

Yok, ben de evime gideyim biran evvel. Zaten karnım da acıktı. Aç karnına kar seyretmenin de pek keyfi çıkmaz. Karnın tok, sırtın pek olmalı. Derken, yerde öncelikle toprak satıhların üzerinde birikmeye başlayan kar zarına basmanızla birlikte, mevsimin ilk denge kaybı ve muvazeneyi kaybediş... Düşmekle düşmemek arasında korkuyla gidip gelinen o yarım saniye zarfında omurganızın 13 ilâ 18.'ler arasındaki sırasını meydana getiren omurlar sıkı bir “S” harfi oluşturdular sırtınızda. İşte bu hiç hesapta yoktu, yere artık daha bir dikkatli basmanın vakti geldi sayılır. Kara sevinelim derken, gazi (!) mertebesine erişip de Cerrahpaşa acilde geçirmek de var geceyi...

İşte kar yağacağı müjdesini veren bilmemkaç wattlık ciğer kırmızısı bu ampuller bile, ben dahil birçoğumuzun aklını bu derece başından alır, ertesi günü göz zevkimize doruk yaptıracak olan kar yağışının önlenemeyen bekleyişi ve hevesi bünyeyi sarıp sarmalardı. ...Vee... Ertesi günü hakikaten de İstanbul tamamıyla beyaza bürünür, tipi, kuşbaşı, iğne, bulgur, artık o anda rüzgârın kudreti, yönü ve şiddeti ne derece ise o tarz kar yağışlarına vesile olurdu. İnternetin, bilgisayarın adının dahi bilinmediği seneler. Elle tutulan raporlar, ayaküstü çeteleler, ama mükemmel bir birikim ve sapasağlam bir tahmin yeteneği... Netice: Tam onikiden vurulan bir sonuç!

Şimdi artık ne televizyon kanallarının hava tahminlerine, ne de internet sitelerinin raporlarına güveniyorum. Hepsi boş, hepsi karmaşa yumağı. Bol ışıltılı, akıl çelen reklam kuşakları gibi, ama gerçeklerden maalesef uzak ve kandırıcı. Artık hiçbirine güvenemiyorum...
Rahmetli anneannem sağ olaydı, hepsine gösterirdi günlerini!...

Akın KURTOĞLU